İlhan Selçuk’la tanışan herkes onu tanıdığını belirten makaleler kaleme aldılar. Ben İlhan Selçuk’la tanışmadım. Ama onu tanıdığımı iyi biliyorum. Fakat bugün tanıdığım İlhan Selçuk’u yazmayacağım. İstiyorum ki yazdıklarını okuyunuz ve onu yakından tanıyınız. Bugün sizi İlhan Selçuk’la tanıştırmak istiyorum sadece...
İLHAN Selçuk 11 Mart 1925’te doğdu. Babası subaydı, Mehmet Kasım.Baba tarafı Girit göçmeniydi, ressam El Greco’nun şehri Kandiya’dan.
Girit elden gidince Anadolu’ya, Milas’a göç etmişlerdi.
Mehmet Kasım bıyıkları yeni terlemiş Harp Okulu öğrencisi iken Birinci Dünya Savaşı’na katıldı. Suriye’de Mustafa Kemal’in komutasında savaştı.
Büyük yenilgi ve ardından büyük direniş günleri, Kuvayı Milliye emrinde Uşak Cephesi’nde savaştı. Ve zafer kazanıldı.
Mehmet Kasım artık yüzbaşıydı. Cepheden cepheye koşarak, kurşun atarak, şarapnel parçaları yiyerek mezun olmuştu askeri okuldan.
“Yüzbaşı Selahattin’in Romanı”ydı bu...
‘Kurtuluş’tan sonra her subay ailesi gibi Anadolu’nun dört bir yanını dolaştılar.
İlhan Selçuk okula Aydın’da başladı. İkinci sınıfı Sivas Yıldızeli’nde okudu. Üçüncü sınıfı Ankara Keskin’de. Dördüncü ve beşinci sınıfı İstanbul Şişli’de.
Ortaokulu ise İstanbul Taksim, Mersin Silifke ve Adana’da...
Adana’da sıra arkadaşı Latif Mutlu’ydu, gazeteci Zafer Mutlu’nun babası. Bir diğer okul arkadaşı ise Yaşar Kemal...
İlk eylemi
Ortaokul son sınıftaydılar.
Bir gün duydular ki, Hatay’ın anavatana katılması için Fransızlar güçlük çıkarıyor. Toplandılar, Fransız Konsolosluğu’na gidip slogan attılar. Bu ilk eylemiydi ama son olmayacaktı.
İlhan Selçuk liseye Adana’da başladı. Öğretmenleri arasında, sürgün edilen Abidin Dino’yu yalnız bırakmamak için bu kente gelen solcu Güzin Dino da vardı, sağcı Arif Nihat Asya da...
İlhan Selçuk’un kaleminin güçlü olduğu o yıllarda ortaya çıktı.
Bir gün edebiyat öğretmeni kompozisyon ödevi verdi: “Herkes istediği konuda yazsın”. Birincilik İlhan Selçuk’a verildi. Şöyle yazmıştı:
“Öğretmenimiz bize serbest kompozisyon ödevi verdi. ‘Dilediğiniz konuyu yazın, toplayıp okuyacağım’ dedi. Ben şimdi tutup caddelerdeki bozuklukları, yolların çamurlarını yazsam, bu belediyelerin işine gelmez. Onun için yazmayayım. Caddelerde gezen, üstü başı pamuklarla dolu işçi ameleleri yazsam, bu yöneticilere dokunur. Onu da yazmayayım. Ben şimdi...” Yazı böyle devam ediyordu ve sonunda şöyle bitiriyordu: “Bu durumda en iyisi hiçbir şey yazmamak.” (Latif Mutlu Kitabı, İş Bankası Y.)
İlhan Selçuk hayatı boyunca hep o kompozisyondaki çelişkileri yazacaktı...
Aydınlanma’yla/Rönesans’la o yıllarda Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in Türkçeye çevirttiği klasik dünya edebiyatını okuyarak tanıştı. Bu sayede, Moliere, Balzac, Cervantes, Goethe, Schiller gibi yeryüzünün en büyük yazarlarını tanıdı.
Hocası Schwarz’dan etkilendi
İlhan Selçuk liseyi Adana’da bitirip İstanbul’a hukuk okumaya geldi. İkinci Dünya Savaşı’nın bittiği dönemdi. Savaş sonrası barışçıl dönemin etkisiyle avare yıllar yaşadı. Siyasal bilinci pek yoktu, ulusal değerlere bağlıydı. “Komünistlere ölüm” sloganıyla Sertellerin Tan Matbaası’nın yıkılmasında oradaydı. Rüzgâra kapılmıştı. Bu olayı hiç unutamadı, oyuna getirildiklerini kavradı ve rüzgâra hayata boyunca bir daha kapılmadı.
Çokpartili siyasi hayatın getirdiği kısmi özgürleşmeyle birlikte Mehmet Ali Aybar’ların, Aziz Nesin’lerin, Rıfat Ilgaz’ların çıkardığı dergilerle tanıştı. Nâzım Hikmet okumaya başladı.
Bir de Hitler’den kaçıp Türkiye’ye gelen hukuk fakültesindeki hocası Prof. Andreas B. Schwarz’dan etkilendi. Onun hukuka bakışı/hukuk sistematiği ve olaylara yaklaşımındaki mantık duruluğu İlhan Selçuk’un dünyaya bakışını değiştirdi. Artık her şeyi sorgulamaya başladı.
Fakülte bitince sınıf arkadaşı Selahattin Hakkı Esatoğlu’yla yazıhane açtı. Fakat mesleğe bir türlü ısınamadı, adliyeye gidip gelmek, dilekçeler yazmak, dosyalarla uğraşmak istemiyordu.
Ağabeyi Turhan Selçuk karikatürist idi. Dergi çıkarmaya karar verdiler.
İlk çıkardıkları derginin adı “41 Buçuk” idi. Yıl: 1952 idi.
Dergi 5 ay çıkabildi.
İlhan Selçuk sonra matbaacı oldu. Hayali vardı, matbaacılıkla işe başlayacak, yayın şirketi kurup dergiler, gazeteler, kitaplar çıkaracaktı. Olmadı. Beceremedi. Anlamıştı, kendisini edebiyata, felsefeye veren bir insanın parayla, ticaretle ilişkisi olmuyordu. Bu nedenle 6 yılda, 3 dergi, 1 günlük gazete, 2 de matbaa kurup batırmıştı!
Bu arada sürekli yargılandı.
Yazı nedeniyle ilk kez 1952’de hâkim karşısına çıktı. Aradan 58 yıl geçti, ölmeseydi Ergenekon davası nedeniyle yine hâkim karşısına çıkarılacaktı!
Evet “darbeciydi”
Günümüzde yandaş medya İlhan Selçuk’un hep “darbeci” olduğunu yazıyor.
Evet “darbeciydi!” Nasıl mı?
1959’da askere gitti.
Manisa Demirci Astsubay Okulu’nda asteğmen olarak görev yaparken 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi oldu.
O gece nöbetçi subaydı.
Telefonun ucundaki komutanı sevinçten ağlayarak emretti: Kasabaya el koy!
O da el koydu...
İlhan Selçuk bir Ege kasabasında yaşadığı bu olayı hep Aziz Nesin’in öykülerine benzetti ve bu konuyla ilgili kitap yazmak istedi. Bir türlü fırsat bulamadı.
1961’de askerden dönünce Akşam Gazetesi’nde çalışmaya başladı. Birinci sayfada imzasız yazıyordu. Ardından Tanin ve Vatan’da da yine imzasız yazdı.
Bu arada 27 Mayıs’ın getirdiği özgürlük ortamında Doğan Avcıoğlu’yla birlikte “Yön” Dergisi’ni çıkardı.
“Pencere” adını kim verdi
1963’te Yaşar Kemal’in davetiyle Nadir Nadi’yle tanıştı, Cumhuriyet’te çalışmak için teklif aldı. Hiç para konuşmadılar. İlhan Selçuk sadece ne kadar özgür olacağını sordu. Nadir Nadi gülümseyerek, “Burası Atatürkçü bir gazetedir, burası Atatürk devrimlerini savunan bir gazetedir, burası özgürlükçü bir gazetedir, istediğinizi yazabilirsiniz” dedi. El sıkıştılar. İlk kez adını koyacağı, yani imzalı makale yazacaktı.
Köşesinin adını Cumhuriyet Genel Yayın Yönetmeni Cevat Fehmi Başkut koydu: “Pencere”. Önce bu ismi pek beğenmedi ama sonra çok sevdi.
Bir gün...
Yeni çalışmaya başladığı Cumhuriyet Gazetesi’nin bulunduğu Babıâli yokuşundan inerken şair- yazar Yusuf Ziya Ortaç’la karşılaştı.
Yıllar sonra bu karşılaşmayı 1 Ocak 2009’da şöyle yazdı:
“(...) O, kıl pranga kızıl çengi, kravatlı, fötr şapkalı bir üstad, ben yakası bağrı açık, çiçeği burnunda bir yazar. Vilayet’in önünde durdu. Muzip bakışlarıyla beni süzüyor, dudakları kımıldıyordu. Ortaç yemek seçer gibi sözcük seçerdi:
‘- Talihlisin’ dedi, ‘mazin yok...’
Yüzüne baktım, ne demek istiyordu?
Açıkladı:
‘- Mazin olsaydı, şimdi bir tarafını bulup hücum ederlerdi, Babıâli’de bir geçmişin yok ki saldırsınlar’(...)”
Ortaç yanıldı. İlk taşı, daha küçükken babasına makalelerini okuduğu Ahmet Emin Yalman attı: “Solcuların Cumhuriyet’te ne işi var?”
İlhan Selçuk yıllarca aydınlanma mücadelesi verdi. İşkencelerden geçirildi. Hapisler yattı. Bıkmadı, usanmadı, korkmadı, hep yazdı.
Ve bizlere örnek alınacak bir mazi bıraktı.
Evet, biz seni de, Cumhuriyet’i de çok sevdik ve sevmeye de devam edeceğiz İlhan Abi...
Hasan Cemal ’e kızgın mıydı
HÜRRİYET’te Yalçın Doğan yazdı:
“Siyasal duruşunda ne kadar inatçı ve ödün vermez ise, insani ilişkilerinde o kadar hoşgörülü ve karınca ezmez. Kendisine kötülük etmiş olanları bile affeden bir İlhan Selçuk. (...)
Hastanede yattığı sırada, Hasan Cemal, araya döneklerden birini sokarak, Hikmet Çetinkaya’ya haber gönderiyor, İlhan Abi’yi hastanede ziyaret etmek istediğini aktarıyor.
İlhan Abi müthiş: ‘Gelsin kerata, ben onun kulağını çekerim, olup biter’ diyor.”
İlhan Selçuk insan ilişkilerinde neden bu derece hoşgörülüydü?
Bunun ipuçları Alpay Kabacalı’ya verdiği röportajda var:
“İlk anımsadığım kitap, Victor Hugo’nun Sefiller’i. İlkokulda okuyorum, büyük ağabeyim Orhan, İstanbul Erkek Lisesi’nde. Lisenin ilk sınıfında edebiyat öğretmeni bir ödev vermişti: Sefiller’i okuyun, özetleyin, yorumlayın. Sefiller okundu ve nasıl yorumlanacağı konusunda evde bir tartışma başladı: Jean Valjean kürek mahkûmudur, hapisten kurtulur, bir papazın evine gider, yardıma muhtaçtır. Papaz onu konuk eder. O ise geceleyin papazın altın şamdanlarını çalarak evden kaçar. Polis yakalar, eve getirir. Jean Valjean yeniden kürek cezasına çarptırılacak. Papaz der ki, ‘Ben şamdanları kendisine hediye etmiştim.’ Bu büyüklük, bu erdem Jean Valjean’ı etkiler. Ondan sonra yaşamını değiştirir. Evde günlerce bu tartışıldı: Bu ne demek, nasıl böyle bir şey olabilir? Anlamı nedir? Ben daha ilkokuldayım. Hiç unutamadım...” (Aydınlanma Bilgesi, Gürer Y.)
Fazla söze gerek var mı?
Niye makaleleri kısacıktı
İLHAN Selçuk çocukluğunda “Çocuk Sesi”, “Afacan” gibi dergileri okudu. Ortaokul, lise yıllarında Adana’da çıkan “Görüşler” Dergisi’ni takip etti.
Babası ve annesi de okumaya meraklıydı. Evlerine hep iki gazete girdi, bunlardan birincisi Cumhuriyet’ti. İkinci gazete hep değişti, kimi zaman Son Posta, kimi zaman Tan ya da Akşam oldu.
Babası ona hep gazete okutup dinlerdi.
Cenaze töreninde Ali Sirmen’in söylediği gibi, 1930’larda İlhan Selçuk daha ilkokul öğrenci iken ilk okuduğu gazete Cumhuriyet oldu.
Sadece Yunus Nadi’yi değil, diğer gazetelerin başyazarlarını da okudu.
Ancak...
Özellikle Ahmet Emin Yalman’ı okuduğunda canının çok sıkıldığını fark etti. Bunun nedenini yine kendisi keşfetti: Çünkü Yalman’ın makaleleri çok uzundu. Sıkılmamanın yöntemini buldu: Okurken paragraf atlamaya başladı. Paragraf atladıkça babasının farkına varmadığını gördü. Düşündü, “Demek ki bazı yazıların bazı paragrafları fazlaydı!”
İlhan Selçuk’u yazı konusunda en çok etkileyen isim annesi Hikmet Hanım oldu.
Hikmet Hanım, aydın bir kadındı, Cumhuriyet kadınıydı, okumaya, yazmaya meraklıydı.
İlhan Selçuk hep söylermiş çevresine, “Annem yazıya, yazının kompozisyonuna, yazının mimarisi fikrine çok önem verirdi. Annem aşıladı bunu bana.”
İlhan Selçuk’un Cumhuriyet’in 2’nci sayfasındaki makalelerinin kısa olmasının nedeniydi annesi Hikmet Hanım.
(Karikatürist Turhan Selçuk yazar Füruzan’la evliydi. Kızlarının adını “Hikmet Aslı” koydular. Hikmet Aslı bugün Yıldız Teknik Üniversitesi’nde öğretim üyesidir. Hikmet Hanım’ın açtığı yoldan torunları da yürüyüşe devam ediyor.)
Dalkavuk ve soytarı
DALKAVUK Doğu’nun ürünüdür, soytarı Batı’nın...
Her ikisi de eski çağlardan beri kurumsallaşmıştır.
¡ ¡ ¡
Kralın soytarısı sarayda özel yeri olan bir kişiliktir, tahtın yamacına konmuştur, protokolün hem içindedir hem dışında...
Bir bakarsın ki soylu törenlerin en görkemli dakikasında soytarı yerde yatıp yuvarlanmaya başlamış, prenslerin, düklerin, baronların, kontların, nazırların, rektörlerin, kardinallerin kırmızı bayram balonu gibi şişirilmiş ciddiyetlerini sivri yergileriyle delerek ortalığı birbirine katmış, öfkeleri, kahkahaları, fısıltıları, kaygıları soytarılığın sarmalına dolayıp saray halısı gibi salona yayıvermiş.
Soytarı “Evet efendimci” değildir.
Kimi zaman efendisini bile mizahın gergefinde iğneleme yetkilerini benliğinde duyabilir. Batı dünyasının hoşgörü kuyusundan çıkrıkla çekebildiği kadarınca yergilerini bağlı bulunduğu egemenin yüzüne karşı söyleyebilir.
Böyle durumlarda kralın suratı asılır bir an, ama aldırmaz görünür.
- Canım bir soytarının söylediğinin soytarılıktan gayrı ne anlamı olabilir ki?
Soytarı, zanaatının koşullarında, kişilere ve olaylara yönelik yergileri gülmeceye dönüştürüp taşı gediğine koymasını bilen kişidir.
Egemenlik güçlü halktan değil Tanrı’dan kaynaklanan kralların saraylarında cins ev köpekleri gibi cins soytarıların bulunduğunu tarihler yazarlar. Öyle bir av köpeğidir ki soytarı, kralın çevresindeki soyluları kokularından tanıyıp gülünç yanlarını ortaya çıkarır, alayla karışık, şakayla barışık biçimde vurgular.
¡ ¡ ¡
Dalkavuk Doğu’ya özgüdür.
Ne iğnesi vardır dalkavuğun, ne yergisi, ne de eleştirisi...
Dalkavuğun görevi ya “Evet efendim” ya da “Sepet efendim”le bağlanır.
Osmanlı tarihinde bol bol dalkavukluk vardır da, soytarılığa ilişkin kurumsallık oluşamamıştır. Çünkü soytarılık Batı tarihinin hoşgörü geleneğiyle bağdaşır, dalkavukluk Doğu tarihinin küt kafalı egemenlerine yaraşır.
¡ ¡ ¡
Soytarı balonları iğneler.
Dalkavuk balonları şişirir.
Ne olursa olsun, ister bir yüksek makamda otursun, ister bir yargı kurumunda bulunsun, ister bilim adamı kılığına bürünsün, ister kalem erbabından sayılsın dalkavuğun soytarıdan besbeter olduğunu tarihler yazar.
Çünkü soytarının zaman zaman efendisini uyardığı görülmüştür de dalkavuğun şişirdiği balonlara tutunarak yükselmek kimseye nasip olmamıştır.
Hey gidi dalkavuk...
Sana soytarı bile denemez, çünkü soytarılık senin için rütbe sayılır. Sen dalkavukluk için belini kırıp ikiye katlanırken, senin görüntüne bile katlanmak ne büyük acı...
(İlhan Selçuk, 29 Haziran 2009)