TARİH: 9 Mayıs 1935.CHP’nin 4’üncü büyük kongresi Ankara’da toplandı.Atatürk’ün son kez katıldığı bu kurultayın başkanlığını
İsmet İnönü yaptı.
544 delege, bir hafta süren kongrede çok önemli kararlar aldı.
Öncelikle partinin
"Cumhuriyet Halk Fırkası" olan adı,
"Cumhuriyet Halk Partisi" diye değiştirildi.
Kongre, 1929 dünya ekonomik krizinin etkisiyle liberalizme karşı açık cephe aldı. CHP Genel Sekreteri
Recep Peker şöyle diyordu:
"Ulusal çalışmayı yıpratan ve ulus yığınını sömüren liberalizme karşı cephemizi daha da sıklaştırıyoruz."
Kurultayın kadınlar açısından da önemi büyüktü:
Kongreden önce; 5 Aralık 1934 tarihinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmişti. 8 Şubat 1935’te yapılan genel seçim sürecinde kadınlar sadece milletvekili adayı yapılmamış, CHP’ye üye olmaları için de yoğun kampanyalar başlatılmıştı. Sonuçta 18 kadın milletvekili olmuş ve binlerce kadın CHP’ye katılmıştı. CHP kurultayı delegeleri arasında, kongre kürsüsünde artık kadınlar da vardı.
Ve 4’üncü büyük kurultayın gündeminde ayrıca -bugün hálá tartıştığımız- çarşaf da vardı.
CHP ikiye bölündü
Tarih 16 Mayıs 1935.
Kongrenin son günü.
"Dilek Komisyonu"nun raporunun okunmasına geçildi. Rapor; başta Muğla ve Sivas olmak üzere CHP teşkilatlarından, çarşaf ve peçenin yasaklanmasına dair gönderilen dilekçeler üzerine hazırlanmıştı.
Bu noktada dikkatinizi çekmek isterim: CHP teşkilatları ve Dilek Komisyonu sadece çarşaf ve peçenin yasaklanmasını istemektedir; yani diğer başörtülerine (yemeni, yaşmak, eşarp vs.) ilişkin kimsenin bir rahatsızlığı yoktur. Hatta görüleceği üzere çarşaf konusunda da katı değillerdir.
|
İlk imam hatibi ve dergáhı CHP açtı Eğer varsa -ki sanmıyorum- CHP’nin niye çarşaf kompleksi olsun? İlkokullara ilk din dersini CHP koymadı mı? İlk imam hatip okullarını, ilk ilahiyat fakültesini CHP açmadı mı? İlk Kuran kurslarına CHP izin vermedi mi? İlk dergáhları halka CHP açmadı mı? |
Rapor bakın ne diyordu:
"Türkiye’nin üçte ikisi köylüdür, köydedir. Burada çarşaf, peçe yoktur. Kalan üçte birin büyük kısmı da bu görenekten sıyrılmış çıkmıştır. Yer yer tek veya toplu hareketlerle bu kalanlar da hiçbir kanun eli dokunmadan açılıp kaybolmaktadır. O halde, kalan ve bir çokluk olmayan bu peçeler, çarşaflılar üzerinde yeni tedbir almaya lüzum var mıdır?
Komisyonumuzda bu konuda iki görüş vardır: Bunu kadınlarımızın kendi zevklerine, kocalarının ve babalarının sosyallik zihniyetindeki ilerlemeye mi bırakmalıdır? Yoksa düşmeye hazırlanan ve bu sadece koca ve baba saygısıyla sallanıp duran bu çürük meyveyi merkezin küçük bir sarsması ile döküp atarak, şurada burada kadınlarımızın yüz karası gibi görünen bu kılıktan onları çıkarmalı mıdır?
Komisyonumuzun birtakım arkadaşları bu ikinci görüştedir. Ancak çarşaflı değil, peçeli kadının ve ne idüğü belirsiz bir kılıkta sokaklarda dolaştırılmasının polis kanunlarıyla yasak edilmesinin amaca çabuk varma noktasında lüzumuna kanidir. Ancak bütün komisyon, parti ve hükümet kurumlarının kestirme bir hareketle yani hiçbir kanun yapmadan bunu başarma imkánında oybirliği yapmışlardır."
Aslında komisyon raporu da görüşünü tam olarak netleştirmemiş; kararı kongreye bırakmıştı.
Kongrede ilk söz alan
Şükrü Kaya oldu.
Herkes merakla
Şükrü Kaya’nın ne diyeceğini merak ediyordu; çünkü İçişleri Bakanı’ydı.
Kürsüye gelen Bakan
Kaya çok net konuştu:
"Çarşaf, peçe meselesi vardır. Komisyonun verdiği karar dahilinde muamele yapılması bence en doğru karardır." Yani,
"Yasa çıkarılmasın ama bu sorun da ortadan kaldırılsın" dedi.
Şükrü Kaya’dan sonra kürsüye gelen, Dilek Komisyonu raportörü (Giresun milletvekili ve gazeteci)
Hakkı Tarık Us, öncelikle peçe ile çarşafın birbirinden ayrılması gerektiğini söyledi:
"Ben peçe ile çarşafı birbirinden ayırıyorum. Peçe, çarşaftan başka bir mahiyettedir. Sıhhi kanunlarımız evlere kafes konmasını bile zararlı telakki etmiştir. Fakat kadınlarımızın yüzünü örtmesine göz yumar vaziyetimize ne demeliyiz?"
Milletvekili
Us, peçenin de kanunla yasaklanmasına karşıydı; yerel yönetimler/belediyeler, il genel meclislerinin aldıkları kararlarla peçe giyilmesinin önüne geçebilirdi.
Sonra sırasıyla kürsüye gelen Diyarbakır milletvekili
Kazım Sevüktekin, Antalya milletvekili
Rasih Kaptan, Niğde milletvekili
Naciye Osman, Hakkı Tarık Us’u desteklediler.
Ankara milletvekili
Aka Gündüz ve İçel milletvekili Dr.
Akil Muhtar ise karşı görüşteydiler.
Tartışma aslında daha çok, yasa mı çıksın, yoksa yerel önlemlerle mi çözümlensin etrafında düğümlenmişti.
Bu arada meselenin hükümete bırakılmasını savunan milletvekilleri de vardı.
|
Atatürk, CHP Kurultayı'nda konuşuyor 9 Mayıs 1935... Cumhurbaşkanı Atatürk, CHP'nin Dördüncü Büyük Kurultayı'nın açılış konuşmasını yaparken. |
Atatürk’ün görüşü neydi?Tartışmalar uzayınca yeterlilik önergesi verildi. Önergeyi veren İçişleri Bakanı
Şükrü Kaya tekrar kürsüye çıktı:
"Eğer bu mesele büyük ve önemli bir mesele olsaydı; bu büyük inkılabı yapan, bunu da programına koyar ve sizden lazım gelen kararı alırdı."
Şükrü Kaya’nın sözleri çok açıktı:
Atatürk, çarşaf ve peçeyi sorun görmemişti.İçişleri Bakanı
Kaya, Atatürk’ün en yakınındaki isimlerden biriydi. Kuşkusuz böyle konuşmasının direktifini
Atatürk’ten almıştı. Buna göre, kurultay delegeleri kendi bölgelerinde çarşaf ve peçe ile mücadele etmeliydi; kanun çıkarmak doğru değildi.
Bunun üzerine
Hakkı Tarık Us, sadece peçenin kaldırılmasına yönelik verdiği dilekçeyi geri çekti.
Tartışmalar son buldu:
Peçenin ve çarşafın yasaklanmasına ilişkin yasa çıkarılmasına gerek yoktu. Bu mesele tamamen yerel yönetimlerin inisiyatifine bırakıldı.
Bu konuda yerel yönetimlerin neler yaptığına geçmeden önce bir konunun altını çizmek gerekiyor:
CHP’nin 4’üncü kurultayı, aldığı kararlarla tek parti egemenliğini iyice pekiştirdi. İşte böyle bir kongrede bile çarşaf ve peçe konusunda sert önlemler alınmadı.
Hani dinci basın hep veryansın eder ya,
"CHP kadınlarımızın başındaki örtüyü jandarma zoruyla aldı" diye.
Bırakın bunun koca bir yalan olduğunu, CHP’nin peçe ve çarşaf dışında kadının örtünmesiyle ilgili hiçbir sorunu olmadı. Örtünmenin gelenek-görenek olduğunu ve ülkenin aydınlanmasına paralel olarak bu tabunun yıkılacağına inandı.
Peki, yerel yönetimler çarşaf ve peçe konusunda neler yaptılar?
Çarşaf, peçe değil manto Anadolu’da peçe ve çarşaf aleyhindeki çalışmalar CHP’nin bu kurultayından önce başladı. Özellikle yerel basın, peçe ve çarşafın çağdışı olduğunu ve bunun ahlakla bir ilgisi olmadığını yazdı. Bazen bu yayınlar ağır ithamlara neden oldu:
"Çarşafta ırz ve peçede namus arayan gafletin, o örtü içinde ne zilli maşaların saklı, ne çengilerin gizlenmiş olduğunu bilmemesi ne yazıktır." (Hakkın Sesi, 30.7.1934)
CHP kongresinden önce bazı belediye meclisleri aldıkları kararla çarşaf ve peçenin giyilmesini yasaklamıştı. Örneğin, Adana belediye meclisi 15 Şubat 1935’te aldığı kararla, 16 Mart 1935’ten itibaren peçenin ve çarşafın giyilmesini oybirliğiyle yasakladı.
Bir kez daha belirtme ihtiyacı hissediyorum: Sadece çarşaf ve peçe yasaklanıyor. Yemeni, yaşmak, eşarp, türban değil. Yerel yönetimler peçe ve çarşaf yerine manto giyilmesini özendirip teşvik ediyorlardı.
Bu arada peçe ve çarşafa bazı tarikatlar da karşıydı. Örneğin, Nakşibendi Gümüşhanevi dergáhı Şeyhi Abdülaziz Bekkine (1895-1952) peçe ve çarşaf yerine manto giyilmesini isteyen isimlerden biriydi. Çarşaf ve peçenin İslam ile ilgisi olup olmadığı da, o günlerden günümüze kadar gelen bir tartışma konusudur.
Bazı belediyeler peçe ve çarşaf giyilmemesi için ilginç yöntemler buldular: Örneğin, Bursa belediye meclisi, terzilere peçe ve çarşafın dikilmesini yasakladı!
Yasaklama kararı alan yerel yönetimler, Halkevleri aracılığıyla yoksullara manto diktirip verdiler.
Yerel yönetimler, çarşaf ve peçenin yasaklanmasını görüşürken CHP genel merkezi hiçbir müdahalede bulunmadı. En azından bu konuda hiçbir belge yoktur.
Yani CHP’nin, kadınların örtüsüyle uğraştığı tezi tamamen yalandır; söz konusu olan peçe ve çarşaftı. Bunların yerine manto ve eşarp özendirildi.
|
İnönü de annesi gibi namaz kılardı
"CHP, kadınların başörtüsünü jandarma zoruyla açtı" diyen gerici çevreler, İsmet İnönü’nün annesi Cevriye Hanım’ın beş vakit namaz kılan başörtülü bir mümin olduğunu bilmezler mi? Ayrıca İsmet İnönü de namaz kılıyordu ve bir gün bile bunu istismar etmedi; dinin siyasete alet edilmesine hep karşı çıktı.
|
CHP merkezi yönetiminin örtünmeye ilişkin tavrı bu kadar açıkken, bugün
Deniz Baykal’a yönelik eleştiriler haksız değil midir? Asıl tartışılması gereken bu seçkinci tavır olmalıdır.
Solcular özeleştiri yapmalıdırBİR gerçeği kabul etmeliyiz: Türkiye solunun çoğunluğu, kültürünü/dinini okuyup araştırmamıştır.
Karl Marx’ın Katolik kiliseler için söylediği
"Din afyondur" sözünü henüz aşamamıştır.
İslam’ı bilmemektedir. Halkının inancını dışlamıştır.
Tasavvufu/Anadolu Müslümanlığını elinin tersiyle iteklemiştir.
Tasavvufun, aklın ve bilimin öğretisi olmadığını söyleme kolaycılığına kaçarak kendi coğrafyasına yabancılaşmıştır.
Ne
Muhyiddin Arabi’yi ne de
Muhammed Nur’u bilir.
Şeyh Bedrettin’i sadece
Názım Hikmet’in şiirinden tanır.
Trajik sonu nedeniyle
Ozan Nesimi’nin adını duymuştur ama hocası/öğretmeni
Fazlullah Esterebadi’den bihaberdir.
Herakleitos’un
"diyalektiğin atası" olduğunu;
Hegel’in,
Marx’ın düşüncesinin buradan doğduğu bilir ama nedense vahdet-i vücuda burun kıvırır.
"Enel Hakk" diyen
Hallac-ı Mansur’u okumaz.
Söyler misiniz;
Ömer Sikkini, Sabetay Sevi, Niyazi Mısri, Papa Eftim öğrenilmeden bu topraklar anlaşılabilir mi?
Anadolu tarihindeki çoğu toplumsal ayaklanmaların dayanağının vahdet-i vücut olduğunu bilmezse bu toprakların yazgısını nasıl değiştirebilir?
Hamza Baliler’in, İsmail Maşukiler’in neden boyunlarının vurulduğunu anlamazsa halkıyla nasıl kucaklaşabilir?
Birinci Dünya Savaşı’na katılan gönüllü
"Mevlevi Taburları"yla gönüldaşlık kurmazsa kiminle birlik olabilir?
Horasan doğumlu Nakşibendiliğin, Halid-i Nakşibendiliğinden farkını bilmezse, Kürt halkının
Şeyh Barzani’nin emrine sokulma çalışmalarını nasıl kavrayabilir?
"Türkler kılıç zoruyla İslam’a geçtiler" kolaycılığından kurtulamazsa; dinin, sosyal, kültürel, ekonomik ve siyaset üzerindeki etkisini nasıl analiz edebilir?
Acıdır; Türkiye solunun umarsız tavrı nedeniyle; bu konular "inanç" (skolastik) temelde çalışmalar yapan muhafazakár akademisyenlerin-yazarların inisiyatifine bırakılmıştır. Onlar da ehlisünnet bakış açısıyla başta vahdet-i vücut olmak üzere tüm tasavvufu kendi anlayış kalıplarına sokmaya çalışmaktadır.
Daha iyi niyetli olanları ise -tıpkı solcuların hatası gibi- tasavvufu fikir hareketi olmaktan çok, bir gönül ve ruh hali meselesi olarak göstermek istemektedir. Hatadır.
Bakınız, tasavvuf sadece Alevilik-Bektaşilik değildir.
Hükümetin Alevi açılımına, "Alevilik Sünnileştiriliyor" diye itiraz edenler, yıllardır "Türk dinini" Araplaştıranlara karşı neden sessiz kalmıştır?
Osmanlı’nın Safeviler’e karşı bir siyaset gereği benimsediği Sünniliğin zamanla nasıl resmi ideolojiye dönüştüğünü bilmeden bugünkü gerici siyasal oyunlar nasıl bozulabilir?
Eğer halkı kazanmak gibi bir derdiniz varsa, dininizi/kültürünüzü bilmek mecburiyetindesiniz.
İslam’ı yobazların elinden kurtarmak için bunları öğrenmek zorundasınız.
İnsanımızı cehalet bataklığından ancak böyle kurtarabilirsiniz; yasaklarla, kaba ve sert söylemlerle değil.
Bilinmelidir ki vahdet-i vücut, laikliktir.
Bilinmelidir ki Farabi’yi, İbn-i Sina’yı savunmak, devrimciliktir.
Gerçek şu ki; insan bilmediğinden korkar.