Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamayan bir gazete iseniz, özgürlükçü yayın organı ilan ediliyorsunuz. Kutlama yapanların duygularını hiçe sayıp 29 Ekim’de bile Cumhuriyet’e hakaretler yağdıran bir köşe yazarı iseniz hemen demokrat yazar unvanını alıyorsunuz. Belgesel filminizde, Atatürk’ü diktatör göstermezseniz övgü alamıyorsunuz. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Atatürk yaşasaydı tüm bu olupbitene bugün nasıl cevap verirdi?
BUGÜN bu sayfanın yazarı son dönemlerde ağır saldırılara uğrayan biri.
Bugün bu sayfanın yazarı
Mustafa Kemal Atatürk.O, bugünleri gördü. Söyleyeceğini yıllar önce söyledi.
Evet, bugün bu sayfanın yazarı Gazi Kemal Atatürk...
"Efendiler, Cumhuriyet’in ilanı, bütün milletçe sevinçle karşılandı. Her tarafta parlak sevinç gösterileri yapıldı.
İstanbul’da iki-üç gazete ve yalnız İstanbul’da toplanan bazı kimseler, milletin genel ve samimi olan bu sevincine katılmaktan çekindiler. Endişeye düştüler. Cumhuriyet’in ilanına önayak olanları eleştirmeye başladılar.
Mesela, ’Yaşasın Cumhuriyet’ başlığı altındaki yazılar bile, Cumhuriyet’in kuruluş ve duyuruluş şeklinin ’sıkboğaza getirilmiş gibi bir durum’ bulunduğunu ilan ediyordu.
Deniliyordu ki, ’Cumhuriyet, alkış ile, dua ile, şenlik ve donanma ile yaşayamaz. Cumhuriyet, bir tılsım değildir.’
’Ben Cumhuriyetçiyim’ diyenlerin, Cumhuriyet’in ilanı günü kaleminden çıkacak sözler bunlar mı olmalıydı? En yüksek idare şeklinin Cumhuriyet’ten başka bir şey olmayacağına inandığını iddia edenlerin, Cumhuriyet kelimesine, ’bir put gibi tapmam’ demesindeki anlam ve kasıt nedir?
Bu yazıların amacının aslında, Cumhuriyet’i halka sevdirmek, bunun put gibi tapılacak bir şey olmadığını anlatmak olması gerekmiyor muydu?
Bir başka gazeteci de, ’Efendiler acele ediyorsunuz!’ diye bağırmaya başladı.
Tüm bu sözlerle itiraf edilmektedir ki, son günlerin gürültüleri, Cumhuriyet’in ilanına engel olmak içinmiş.
Çirkin, bayağı sözler
Gazetesini, ’Balonu uçurdular ama galiba ucunu kaçırıyorlar’ gibi çirkin bayağı sözlerle dolduran gazeteci efendi, sesleniş ve suçlamalarına şöyle devam ediyordu: ’Devletin adını taktınız, işleri de düzeltebilecek misiniz?’ Bu seslenişle başlayan yazıları, şu satırlarla son buluyordu: ’Tek dileğimiz vatan ve millete yararlı işlere başlanılmasından ibarettir. Eğer dün ilan edilen Cumhuriyet’in liderleri ve o liderleri destekleyenler bunu yapabileceklerinden eminseler, biz de kendilerine, -öyleyse Cumhuriyetiniz mübarek olsun Efendiler!- diyoruz.’
Bu son cümlesiyle bizi alay edercesine tebrik eden bu yazar, Cumhuriyet’i benimsemiyor, onunla ilgisi olmadığını bildiriyordu.
Başka bir gazeteci yazar da, Cumhuriyet’in ilanı ve dolayısı ile yaptığı eleştiri ve değerlendirmede, ’Bizi üzen nokta, milli önderimizin kişiliği ile ilgilidir. En büyük ruhlu adamlar bile kişisel güç sahibi olmanın çekiciliğine karşı koyamamışlardır’ diyor.
Bu yazar ve benzerlerinin, Cumhuriyet’in ilan şeklinde, Cumhuriyet’in esasları ile ilgili kanunda gördükleri kusur ve eksiklikleri
eleştirmelerini samimi sayabilmek için saf olmak lazımdır.
Eğer bu yazarlar, Cumhuriyet’in ilan günü yaygaralı hücumlara başlamayıp, önce Cumhuriyet’in ilanını iyi niyetle ve samimiyetle karşılamış olsalar, kamuoyunu kararsızlık ve karışıklığa düşürecek şekilde değil de,
Cumhuriyet’in iyi yanlarını tanıtıcı ve onun ilanının pek yerinde olduğunu kamuoyuna telkin eden yazılar yazmış olsalardı, ondan sonra yapacakları her türlü eleştirinin samimiyetini iddiada haklı olabilirlerdi. Fakat gördüğümüz tutum ve davranış böyle olmamıştır.
Yollar ayrılıyor
Efendiler, Rauf (Orbay) Bey de bu münasebetle
gazetecilere demeç vermiştir. Vatan ve Tevhid-i Efkár gazetelerinin sahipleri ve başyazarlarıyla baş başa vererek düzenledikleri sorularla bunların cevaplarından bazılarını birlikte gözden geçirelim:
Rauf Bey, ’Bence konuyu Cumhuriyet kelimesi bakımından ele almak doğru değildir’ sözleriyle Cumhuriyet’ten bile söz etmek istemiyor. Rauf Bey’in kendi görüşü, ’Milletimizin refah ve bağımsızlığının korunmasını ve aziz vatanımızın bütünlüğünü sağlayan rejimin en uygun rejim olacağı’ şeklindedir. Efendiler, bu sorunun yanıtı mıdır?
Rauf Bey’in düşündüğü rejimin adı yok mu? Cumhuriyet rejimi milletin refah ve bağımsızlığını, vatanın bütünlüğünü sağlayan en uygun rejim değil midir? Eğer öyle ise uzun sözleri bir tarafa bırakalım, ’Ben en uygun rejimin Cumhuriyet rejimi olduğu görüşündeyim’ deyiver de, demagojiden kurtulalım. Çünkü söz konusu olan Millet Meclisi’nce kanunla kabul edilen Cumhuriyet’tir. Maksadınız, dolaylı olarak, bu ilan olunandan daha uygun bir rejim bulunduğunu anlatmak ve buna işaret etmek ise, bunu da söyleyiniz. O tercih ettiğiniz rejim ne olabilir?
Rauf Bey, kendi görüşünü açıktan açığa söylemekten kaçınıyor. En doğru olduğunu iddia ettiği hükümet şeklinin, devlet başkanlığını Halife’nin kişiliğinde düşündüğüne şüphe yoktur.
İşte, Cumhuriyet’in ilanı üzerine Rauf Bey’i ve kendisi ile aynı düşüncede olanları telaş ve heyecana sürükleyen sebep, devlet başkanlığı makamına Cumhurbaşkanı’nın getirilmiş olmasıdır. Aslına bakılırsa, ’Cumhurbaşkanı devletin başıdır’ dedikten sonra, Halife’ye verilecek sıfat ve yetkiyi sağlamakla uğraşan ve böylece onun sevgi ve iltifatını Allah’ın lütfu sayarak memnun olanların hayal kırıklığına düşmekten duydukları üzüntü ve kaygıyı doğal görmek gerekir.
Rauf Bey, yapılan işin sadece bir isim değiştirmekten ve üst tabakada bir şekil değişikliği yapmaktan ibaret olduğunu söylüyor. Cumhuriyet’i ilan etmenin çocukça ve aceleye getirilmiş bir hareketin eseri olduğunu anlatmaya çalışırken, ’Cumhuriyet idaresiyle gerçek ihtiyaçların karşılanmış olacağını zannetmek affedilmez bir hata olur’ demekle, Cumhuriyet rejimine ne kadar ilgisiz ve ondan ne kadar uzak olduğunu ispat etmiyor mu?
Benim girişimlerimi ve yaptığım işleri, halkta endişe uyandırıcı nitelikte görmek ve sevinç gösterilerinde bulunan halk adına, gereksiz yere bunun tersini söylemek, yapay olarak halka bu endişeleri aşılamaya kalkışmaktır.
’Halkın, geçirdiği tecrübelerden ders aldığını ve uyanıklık kazandığını anlayarak sevinmelidir, ben şahsen memnunum’ diyen Rauf Bey’e bu münasebetle bir noktayı hatırlatayım:
Halkı uyarmak ve uyandırmak için ömrünü adamış bir adama karşı böyle konuşulmaz ve halkta bu duyarlılığı görmekle, kendisinin benden çok sevindiğini söylemeye ne hakkı ne yetkisi vardır.
Rauf Bey bütün vatanı düşmanlara işgal alanı yapabilecek Mondros Ateşkes Antlaşması’nı bir oldubitti şeklinde imzaladığı zaman, milletin nasıl kan ağlayıp acı çektiğini duyabildi mi?
Efendiler, çeşitli soy ve mesleklerden oluşan kimselerin meydana getirdiği bu topluluk, Rauf Bey’i maksatlarının açıklanıp savunulmasına en uygun bir kimse olarak görmüşlerdir."
Yenilikçi olduklarının zannedilmesini istiyorlar "BİLİNDİĞİ üzere (muhalifler),
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası diye bir parti kurdular. ’Cumhuriyet’ kelimesini ağızlarına almaktan bile çekinenlerin, Cumhuriyet’i doğduğu gün boğmak isteyenlerin, kurdukları partiye ’Cumhuriyet’ ve hem de ’Terakkiperver" (ilerici) adını vermiş olmaları, nasıl ciddiye alınabilir ve ne dereceye kadar samimi sayılabilir.
Kurdukları bu parti
’muhafazakár’ adı altında ortaya çıkmış olsaydı belki bir anlamı olurdu. Fakat, bizden daha çok Cumhuriyetçi ve bizden daha çok
ilerici olduklarını iddiaya kalkışmaları doğru değildi.
’Parti, dini düşünce ve inançlara saygılıdır’ ilkesini bayrak olarak eline alan kimselerden iyi niyet beklenebilir miydi?
Bu bayrak, yüzyıllardan beri cahilleri, bağnazları ve hurafelere inananları kandırarak özel çıkarlar sağlamaya kalkmış olanların taşıdıkları bayrak değil miydi? Türk milleti, yüzyıllardan beri sonu gelmeyen felaketlere, içinden çıkabilmek için büyük fedakárlıkların gerekli olduğu pis bataklıklara hep bu bayrak gösterilerek sürüklenmemiş miydi?
Cumhuriyetçi ve yenilikçi olduklarını zannettirmek isteyenlerin, yine bu bayrakla ortaya atılmaları dini bağnazlığı coşturarak, milleti Cumhuriyet’e, ilerlemeye ve yenileşmeye karşı kışkırtmak değil miydi?
Yeni parti, dini düşünce ve inançlara saygı perdesi altında, ’Biz hilafeti yeniden isteriz; biz yeni kanunlar istemeyiz; bize Mecelle yeterlidir; medreseler, tekkeler, cahil softalar, şeyhler, müritler biz sizi koruyacağız; bizimle birlikte olunuz. Çünkü Mustafa Kemal’in partisi hilafeti kaldırdı, İslamiyet’e zarar veriyor; sizi gávur yapacak, size şapka giydirecektir’ diye bağırmıyor muydu? Yeni partinin kullandığı sloganlar bu gerici haykırışlarla dolu değil miydi?"
(20 Ekim 1927, kaynak Nutuk)
En insafsız saldırıları ’Cumhuriyetçiyim’ diyenler yapacaktır"CUMHURİYET’in ilanı üzerine İstanbul’da bazı kimseler ve
bazı gazeteciler Halife’ye de bir rol yaptırmak hevesine düştüler.
Gazetelerde, Halife’nin istifa ettiği veya edebileceği yolunda önce söylentiler çıkarılıp sonra tekzipler yayınlandılar. Sonra da dendi ki, ’Haber aldığımıza göre, mesele böyle bir rivayetten ibaret olmadığı gibi, bir tekzip ile çözülebilecek kadar basit de değildir. Gerçek olan bir nokta vardır ki, o da Cumhuriyet’in ilanının, yeniden bir Halifelik meselesi ortaya çıkarmış olmasıdır.’
Halife, ’yazı masasının başına oturup Vatan Gazetesi yazarına demeç vermiştir’ denilerek, Halife’nin bütün insanlar tarafından sevildiği, Asya’nın en ücra köşelerine varıncaya kadar İslam dünyasından binlerce mektup ve telgraf aldığı ve birçok yerden kurullar geldiği yolundaki sözlerle, hilafet konumunun kolay kolay sarsılır bir konum olmadığı anlatılmaya çalışıldı.
İslam dünyasınca istenmedikçe, Halife’nin istifa edip çekilmeyeceği ilan edildi. Aynı zamanda, ’Hükümet, birçok iç meseleleri yoluna koymakla meşgul olduğundan; şimdiye kadar hilafetin görevlerini tespitle uğraşma imkánını bulamamıştır; hükümetin iç meselelerle meşgul olduğunu elbette İslam dünyası da bilmektedir ve şimdiye kadar Halifelik görevleriyle uğraşmaya imkán bulamamasını doğal görür’ cümlesiyle bizi; hilafetin görevlerini tespite çağırırken, şimdiye kadar bunun yapılmamasını hoşgörü ile karşılayan İslam dünyasının, bundan sonra mazur göremeyeceğini de bildirerek bir bakıma tehdit edildik.
Vatan Gazetesi’nin
9 Kasım 1923 tarihli nüshasında okuduğumuz bu yazılardan sonra, 10 Kasım 1923 tarihli sayısında
Tanin Gazetesi’nde Halife’ye yazılan bir açık mektup yayınlandı.
Lütfi Fikri Bey’in imzasını taşıyan bu mektupta, Halife’nin istifasıyla ilgili haberlerden, milletin ne kadar üzüldüğünü ve acı çektiğini ispat için bir vapur hikáyesi uydurulmuştu: ’Vapurda oturanlar Halife’nin istifa haberini öğrenince yüzlerine hüzün ve endişe çökmüş. Ortak endişe bunları bir dakikada dost etmiş.’ Lütfi Fikri Bey, ’Gönül istiyor ki, bu istifa sözü edebi olarak gömülsün kalsın’ diyor; çünkü ’dünya için felaket olur’muş.
Lütfi Fikri Bey, millete şunu da telkin ediyordu: ’Hayretle ve üzüntüyle görülmelidir ki, bugün şu manevi hazineye (yani hilafete) saldırmak isteyenler; dışarıdan kimseler, Müslüman milletler içinde Türk’ü çekemeyenler değildir. Doğrudan doğruya biz Türkler, kendi dinimizden sonsuza dek bu hazinenin çıkarılması sonucuna yol açabilecek girişimlerde bulunuyoruz.’
Efendiler, yabancılar hilafete saldırmıyorlardı. Fakat, Türk milleti saldırıdan kurtulamıyordu. Hilafete saldıranlar, Müslüman milletler içinde Türk’ü çekemeyenler değildi. Fakat Çanakkale’de, Suriye’de, Irak’ta İngiliz ve Fransız bayrakları altında Türklerle vuruşanlar bu Müslüman milletlerdi.
Lütfi Fikri Bey’in
Tanin’de yayınlanan açık mektubundaki görüş ertesi gün Tanin başyazarı tarafından desteklendi. Tanin başyazarı, kendisinin Cumhuriyetçi olduğunu ilan etmişti. Fakat öyle bir Cumhuriyetçi ki, onun istediği Cumhuriyet idaresinin başında Halife olarak Osmanlı Hanedanı’ndan biri olacaktı. Yoksa, yapılan hareket akıl ve vatanseverlikle, milliyet duygusuyla zerre kadar bağdaştırılamazmış.
Efendiler, bu yazıların anlamı ve bu düşüncelerin nasıl bir maksada dayandığı bugün kolaylıkla anlaşılmaktadır. Yarın, daha açık olarak anlaşılacaktır.
Gelecek kuşakların, Türkiye’de Cumhuriyet’in ilan edildiği gün, ona en insafsızca saldıranların başında ’Cumhuriyetçiyim’ diyenlerin yer aldığını görerek asla şaşıracaklarını sanmayınız. Aksine, Türkiye’nin aydın ve Cumhuriyetçi çocukları, böyle Cumhuriyetçi geçinmiş olanların, gerçek düşüncelerini tahlil ve tespitte hiç de kararsızlığa düşmeyeceklerdir."