Yemeğin dilini konuşanların dizisi

Hiç durmayan siparişler, tutmayan bir sos, tam servis öncesi yanan yemek, bozulan soğuk hava deposu, bunların hepsi restoran işinin ürkütücü sürprizleri. ‘The Bear’ isimli dokuz bölümlük dizi işte tüm bu kaosun ve içindeki çeşit çeşit insanın hikâyesini anlatıyor. Muhteşem etlerin merkezi Chicago’da geçmesi bile diziyi sevmem için yeterli bir sebep...

Haberin Devamı

Özgürlük Heykeli’nin kaidesindeki “Bana yorgununu, yoksulunu ver, kalabalık kıyıların istenmeyenlerini... Evsizleri, fırtınalı harabeleri yolla bana” yazısı bana hep sektörümüzü anımsatır. Dünyanın neresinde olursanız olun, eğer bir restoranda çalıştıysanız bilirsiniz ki sektörün belkemiğini kenara itilmiş, ötelenmiş yani fırsat eşitsizliğine maruz kalmış meslektaşlarımız oluşturur. Bizim işimiz bu kişilerle birlikte, en büyük zevkleri restoranlarımıza gelerek karın ve ego doyurmak olan misafirlere yemeğimizi, ruhumuzu, emeğimizi sunmaktır. Dokuz bölümlük ‘The Bear’ isimli dizi işte tüm bu insanların hikâyesini yani müptezelin, kaybedenlerin bir arada tutunma mücadelesini anlatıyor.

Dizi iddialı restoranların başkenti Manhattan’da değil, gerçek Amerika’da, endüstrinin, çiftçiliğin ve tabii ki lezzetli etin merkezi olan Chicago’da geçiyor. Bu bile diziyi sevmem için yeterli bir sebep...

Haberin Devamı

Yemeğin dilini konuşanların dizisi
Dizide çok kabiliyetli ama ‘kafası yanmış’ şef Carmen’in hikâyesini izliyoruz.

HAFİF ÜRKÜTÜCÜ AMA GÜVENLİ

2001 yılının başında gittiğim Chicago’dan, insanlık tarihinin en acı terör eylemlerinden 11 Eylül nedeniyle dönmek zorunda kalmıştım. Burası sadece Amerika’da değil, tüm dünyada en sevdiğim şehirlerin başında geliyor. Başta sert bir şehir gibi hissettirebilir. Amerika’yı Manhattan ve Hollywood’dan ibaret zanneden herkesin; dünya tatlısı insanlarını, şehrin içinden geçen nehri, antika köprüyü, gökdelenleri, beyzbol kulübü Cubs’ı, blues’u, cazı ve sokak lezzetleriyle ünlü Windy City’yi görmesi gerek.

Dizinin çoğunun geçtiği ‘Mr. Beef On Orleans’, Chicago’da gerçekten var. Diziden önce özellikle sunucu Jay Leno’nun pohpohlamasıyla da oldukça meşhur olmuştu. Bulunduğu mahalle, eğer şehirde yeniyseniz hafif ürkütücü ama bölgeye alışıksanız İstanbul’daki pek çok mahalleden daha güvenli.

Dizinin ana kahramanı, The Bear lakaplı, Carmen isimli bir şef... Amerika’nın en iyi restoranlarında şeflik yaptıktan sonra abisinin intiharıyla onun yönettiği aile restoranı Beef’in başına geçmek zorunda kalıyor. Çok kabiliyetli ama kafası yanmış, yakılmış bir genç rolünü Jeremy Allen White mükemmel bir ‘bıkkınlıkla’ oynuyor. Hepimizin kariyeri boyunca maruz kaldığı ağır iş ve başarı baskısıyla zaten minyon olan (ve bana Dustin Hoffman’ın gençliğini anımsatan) Jeremy Allen White, Carmen Şef rolünde sistemsizliğin maddi ve manevi baskısını müthiş yansıtıyor.

Haberin Devamı

Dizide sık sık adı geçen ‘Noma’ ve ‘French Laundry’ gibi üst düzey bir fine dining restoranda çalışmadıysanız, ana karakteri oynayan Carmen’in executive şefin ‘fine dining’ adı altındaki faşist baskısıyla ezilmesi size senaryonun abartısı gibi gelebilir. Ama bu tarz restoranlarda çalışmış herkes çoğu egosantrik ve narsist kişilik bozukluğu olan şeflerin altında çalışmanın yarattığı baskıyı çok iyi bilir.

Hikâyeyi besleyen yan karakterler de müthiş bir mutfak gerçekliğiyle oynuyorlar rollerini. Kaybeden serseri Richie adeta Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’ romanından fırlamış gibi. İddialı, işine âşık Sydney, kadın şeflerin sektörde verdiği mücadelenin sembolü sanki. Kimseye eyvallahı olmayan ve değişiklikten hiç haz almayan aşçı Tina, her restoranda örneği olduğu gibi basiti mükemmelleştirmek adına kimyager edasıyla çalışan pasta şefi Marcus, sadece bizim sektörde geçerli olan yemeğin dilini konuşarak limitli İngilizcesinin dezavantajını alt eden Ebraheim, mutfaktan gelenlere o kadar tanıdık ki...

Haberin Devamı

Benim için bir başka tanıdıksa tamirci ve aslında ‘her şeyci Fak’ rolünü oynayan, 2015 yılında Sydney’de tanıştığım Matty Matheson... Matty, çok iyi bir ‘dude food’ (genelde etli, ağır ve maskülen lezzetleri ifade eden trend) şefi, aynı zamanda bir burger fenomeni... Vücudundan dövme, ağzından küfür, üstünden hırpanilik eksik olmayan isyankâr şef, altkültürün yaratıcı ve önemli temsilcilerinden... Sydney’deki bir festivalde tanışmış ve sabaha kadar burada bahsedemeyeceğim bir lokasyonda, döner kebap ve hayat üzerine sohbet etmiştik. Onu bu rolde görmek beni çok sevindirdi.

Diziyle ilgili çok fazla ipucu vermek istemiyorum ama gizli kahraman elbette yemek. Bu bir geri dönüş, vazgeçiş, sebat hikâyesi... Tutmayan bir sos, durmayan sipariş makinesi, tam servis öncesi yanan yemek, bozulan soğuk hava deposu, bunlar bizim işin ürkütücü sürprizleri. Üstelik ‘The Bear’ ve ekibi için macera daha yeni başlıyor. İkinci sezonu merakla bekliyoruz.

Haberin Devamı

Fine dining restoranlarda çalışmış herkes, egosantrik şeflerin altında çalışmanın baskısını iyi bilir.

Yazarın Tüm Yazıları