Paylaş
17 Aralık operasyonları başlayınca AK Parti karşıtlarını sanki erken bir heyecan sardı.
Bir kere şu tespiti yapalım. Bu seviyedeki her yolsuzluk iddiası iktidarları yıpratır. Ama bizim ülkemizde bu gelişmelerin anında sonuç vereceğini kimse beklemesin.
Neticede AK Parti halen iktidarda. Bu anlamıyla devleti onlar yönetiyor. Maliye, MİT, Emniyet, Hazine, tüm yürütme iktidara bağlı. Üstüne üstlük, aksi ispat edilmemiş haliyle yüzde 50 halk desteğine sahipler.
Dolayısıyla, bundan sonrasına dair kolay ve kestirme tahminlere ihtiyatla yaklaşmak gerekir.
Peki Türkiye’de neler oluyor?
Bakınız, AK Parti’yi iktidara getiren gerekçeler, bu ülkenin toplumsal dinamiklerinin seyriyle ilişkilidir.
Geçmişte çok yazıldı, çizildi.
Askeri vesayet döneminin bitirilmesi, bir yönüyle Türkiye’nin demokratikleşmesi projesiydi.
21. Yüzyıl koşulları bu değişimi adeta dayatıyordu.
Başta ABD olmak üzere uluslararası toplumun böylesi bir Türkiye’den menfaatleri vardı.
Bu sebeple 2000’li yılların başlarında ABD destekli bir “muhafazakar iktidar” yürüyüşü başlatıldı.
Vesayet dönemi mağdurları bu oluşuma destek verdi. Muhafazakarlarla başlayan değişim, dalga dalga Kürtlere, Alevilere, velhasıl tüm mağdurlara yansıyacak, ülke giderek demokratikleşecekti.
İktidar paylaşılmaz
Bu arada, dünya ekonomik konjonktürü de muhafazakar iktidarın yelkenlerini şişirmesine yardımcı oldu.
Ekonomide kapsamlı bir yapısal bir dönüşüm yapılmaksızın, ucuz sıcak para etkisiyle bazı yıllar yüzde 9’lar mertebesinde büyüme rakamları yakalandı.
Derken, özellikle 2011 yılından itibaren AK Parti iktidarında, bir takım tavır değişiklikleri oluşmaya başladı.
Türkiye, “bölgesel” hatta zaman zaman “küresel” bir güç iddiası ile politikalar üretir oldu.
Yaklaşımlarından dolayı “mezhepçi” bir algı oluşmaya başladı.
Ama, eş zamanlı olarak İran’la, Rusya’yla, Çin’le “flörtler” yaşanır oldu.
Özetle, ABD yönünden kontrolden çıkmaya eğilimli bir AK Parti iktidarı fotoğrafı belirmeye başladı.
Bu arada Türkiye’nin demokratikleştirme projelerinde hayal kırıklıkları konuşulmaya, AK Parti’nin giderek otoriterleşmeye başladığına dair eleştiriler artmaya başladı.
Her ne kadar Kürt politikası ağır aksak da olsa yürütülüyorsa da, özellikle laik kesime yönelik “hoyrat” bir yaklaşım izlenimi giderek pekişiyordu.
“İktidar asla paylaşılmaz” ilkesi AK Parti için de geçerli olmaya başlamıştı.
Halbuki “başlangıç kontratı” böyle değildi.
2000’li yılların başında, iktidar yoluna ilk çıktıkları merkez sağ mıntıka hep birlikte temizlenmiş, ANAP, Doğruyol, Demokrat Parti, Yeni Türkiye Partisi, tarihe havale edilmişti.
Aynı noktaya mı gelindi
Aradan geçen 12 yıl, “yol arkadaşlarının” arasını açmaya başlamış, eski dostlar karşı karşıya gelmeye başlamıştı.
AK Parti, sanki o gömleğini çıkardığını söylediği eski “Milli Görüş” referanslarına geriye dönüş sinyalleri vermeye başlıyordu.
Erbakan Hoca da belki muhafazakardı ama “Millici” bir karakteri vardı. Bu yüzden vizyonsuzlukla suçlanırdı.
Bu sebeple ABD tarafından sevilmez, başka bir tür “Millici” olan CHP ile koalisyonlar yapardı.
“Batı Kulübü” diye mesafelendiği kesimlere dair tespitleri, 28 Şubatçı generallerin hafızalarda yer etmiş İran-Rusya bloklaşması tercihlerine çok uzak düşmüyordu.
Geniş bir tur atılıp, acaba aynı noktaya mı gelindi sorusu, AK Parti’ye dair bundan sonrası için çok tartışılacaktır.
Enternasyonalist karakterini, Müslüman 3. dünya ülkeleriyle sınırlı tutan bir siyasi hareketin yanaşacağı limanlar fazla değildir, ötesinde bellidir.
Hep birlikte bu değişimi izleyeceğiz.
Tutarlılık sorgusu
BU ülkenin cümle solcuları, ulusalcıları, milliyetçileri Atatürk’ü sever ve ona sahiplenir.
Mustafa Kemal Paşa’nın “tam bağımsızlık benim karakterimdir” vecizesi siyasi duruşlarının şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır.
O, yedi düvele karşı kazanılan İstiklal Savaşı’nın muzaffer başkomutanıdır.
O sebepledir ki, “emperyalizmden” medet uman siyasi tutumların karşısında yer almışlardır.
Daha açık deyişle, tüm bu kesimler AK Parti’yi bu yönüyle de eleştirirler.
Şimdi, o eleştirdikleri AK Parti, bas bas bağırıyor, uluslararası bir tezgaha kurban edilmek istendiğini ifade ediyor.
Başbakan “bağımsız Türkiye” söylemleri üzerinden mücadele vermeye çalışıyor.
Bu aşamada, tutarlılık adına bu kesimlerin AK Parti’nin yıpranması karşısında zil takıp oynamaması lazım. Oysa fotoğraf hiç de öyle değil.
Diyeceksiniz, “samimi bulmuyorlar”, o yüzden bu aşamada “öteyi beriyi” kurcalamayı tercih etmiyorlar. CHP’nin AK Parti’nin rolüne ısındırılmasını görmezden geliyorlar.
Tamam, hak verebilirsiniz. Ama sıcak günler geçince bu “enayi” durumları için kendileriyle kaçınılmaz olarak hesaplaşacaklardır.
Bundan sonnrasına dair
HEP tekrarladığımız bir cümle vardır.
“Denizler durulmaz dalgalanmadan”.
Toplum olarak, demokrasi acemisi haline getirilmişsek, iktidarlar bir biçimde saf değiştirdiğinde, “husumet, hazımsızlık, aç gözlülük, sonradan görmelik, güvensizlik...” Ne kelime bulursanız bulun ortada buluşmanın erdemine bir anda maalesef varamıyorsunuz.
Şimdi, belki iktidar yine değişecek veya değişmeyecek.
Umarız akıllar başa gelmiştir. Artık, empatinin, hoşgörünün, demokrasinin hakim olacağı zeminlerin her kesimin ortak menfaati olduğu anlaşılmaya başlamıştır.
Ey muhafazakarlar, mağdurdunuz, abartma hakkınızı anlamaya çalıştık, “dalgalanma” sürecidir dedik.
Ama artık, demokrasinin sakin denizinde yaşamak 76 milyonun hakkıdır. Hiç kimse “rövanş” istemiyor, istememeli.
Paylaş