Paylaş
Bittiğinde, hele aradan birkaç yıl geçtiğinde kentin karakteristliğinde çok ciddi bir ağırlık taşıyacak.
Muhtemelen yolcu trafiğinde çok önemli bir işlev görmesinin yanı sıra, bir “oyuncak tren” görüntüsü ile pek bir seveceğimiz sembolümüze dönüşecek.
Denizle olan iletişimimizi zayıflatır diye endişelenenlerimiz olsa da karayolu, demiryolu ve kıyı, aynı seviyede planlanırsa böylesi bir kopukluğun yaşanmayacağını düşünüyoruz.
Geçmişte körfez vapurları, diyelim Kaf kaf kazandı, düdükleri ile yeri göğü inleterek Karşıyaka’ya yanaşırdı.
Sanki bu sempatik tramvaylarımız gelecekte pek çok festival kervanında müthiş renkliliklerin sunulmasına vesile olacaktır.
Projenin tamamlanmasını dört gözle bekliyoruz.
-----
Aslımıza dönüyoruz
YAYGIN klişedir. Türkler ekonomilerini doğrulttuğu anda, üzeri hafif bir tülle örtülmüş iddiaları yeniden ortaya çıkar.
Milli gelirin trilyon dolar seviyesini aştığı bir durumda, Ortadoğu’ya nizam vermek, Balkanlar’da, adalarda haklarımızı hatırlamak, Türki Cumhuriyetleri doğal uzantımız içinde varsaymak, ülkeyi yönetenlere normal gelmeye başlıyor.
Bir anlamda imparatorluk reflekslerinin su yüzüne çıktığı bu eğilim, beraberinde; demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi “Batı tipi” değerleri önemsiz hatta değersiz addediyor.
Fütuhat kültürü emir-komuta disiplini altında işlediğinden, tarih boyunca olduğu gibi, nihai bir karar vericiye yaslanma arayışlarını arttırıyor.
Başkanlık tartışmalarını biraz da bu cepheden değerlendirmekte yarar var.
Tamam, Cumhuriyet kurulurken mecburi bir tek sesli yönetim anlayışına ihtiyaç vardı.
Ancak işler rayına girdikten sonra, 1950’lerden itibaren pekala demokrasiyi derinleştirebilirdik.
İyi niyetle ve hafif korkarak yola çıkıldı.
Tuhaf bir denklemin farkındaydık ve endişeleniyorduk.
Askeri vesayet kalktığı ölçüde ülkenin nefesleri genişliyor, girişim özgürlüğü, morali, iş hayatını harekete geçiriyor, beraberinde toplumun refahı artıyordu.
Refah özgüven demekti.
Özgüven; aslına iade olma, bağlı olarak Batı değerlerini reddetme sürecine girmekti.
Palazlanan Türkiye ile racon kesen, otoriterleşen Türkiye, vazgeçilmez bir eküri olarak tarihsel rolüne tekrar hevesleniyordu.
Dikkat edilirse Başkanlık talebi sadece muhafazakarlardan gelmiyor.
Milliyetçi karakteri ön planda olan MHP de kabuk değiştirerek yayılmacı geleneğini hissetmek isteyen askeriye de bu karara destek veriyorlar.
Özal’dan Demirel’e gücün tek elde toplandığı Başkanlık modellerine hep bir işaret edilme hali söz konusuydu.
Diyebilirsiniz ki, tarifli, huzurlu, barışçı, ılık bir ülke olmak neyimize yetmiyor.
Ancak buralar Asya coğrafyası.
Belki de kaçınılmaz kaderimizdir yaşadıklarımız.
-----
Enerjimiz azaldı
HER şey “yavan” geliyor.
Evet doğru kelime bu...
“Yavan”.
Fersiz, soluk, tatsız, vasata angaje bir yavanlık hali bu.
Mesela televizyonlarda seyredecek bir şey bulamıyorsunuz.
Tartışma programlarında hep aynı temkinli insanlar.
Dizilerin senaristlerinde anlaşılmaz bir form düşüklüğü.
Futbol, hani keyfimizdi, heyecanımızdı, baş muhabbetimizdi, şimdi kişisel reytingimizde çok aşağı sıralarda.
Sanki arkadaşlarla, dostlarla çok daha sık bir araya gelirdik.
Sanki her daim aramızdan hayallerini ısrarla paylaşanlar olurdu.
Bu heyecansızlık hallerimizi sadece “mevsim”e yıksak, hani “cemre”lerle birlikte toparlanırız desek, dürüst olmak gerekirse, yalan olur, eksik kalır, kendimizi kandırırız.
Kutuplaşan Türkiye’nin zayıf kanadında olmanın getirdiği farkındalıktan mıdır, bu kırık hissiyatımız?
Ancak bu böyle gitmez...
Ülkenin %50’sine yakın kesimi bu denli enerjisiz, mutsuz olursa geriye kalanlar da kaybeder.
Referandum süreci umarız; inciten, aşağılayan bir üslubun tek taraflı bombardımanı ile geçmez.
Aynı vatanda yaşıyor olmanın cıvıltısı, sevinci azalmasın istiyoruz.
Giderek farkındayızdır ki, kendine yönelik bir dünya kurarak yaşamak bir çare değil. Bu sebepten “vazgeçmişlerin çukurunda” kolonileşmeye hayır diyerek, hayata her alanda dahil olmak için çaba sarf etmemiz gerekiyor.
Paylaş