Paylaş
Makro siyaset Kürt meselesine kitlenmişken başkanlık tartışmaları sanki ikinci plana düştü.
Sayın Başbakan’ın bu iddiadan vazgeçeceğini zannetmiyoruz.
Esasında bu iki proje birbiriyle ilintili.
Başkanlık sistemi, neticede bir anayasal düzenleme gerektiriyor.
Kürt meselesi de aynı şekilde, en azından vatandaşlık tanımı itibariyle yeni bir anayasal tarif icap ettiriyor.
Hal böyle olunca bu iki unsuru da içeren anayasal paket meclise geldiğinde BDP’nin desteğiyle 336 sınırı aşılabilir ve 367 sayısı bulunamasa bile referandumun önü açılmış olur.
Referandum, son yaşanan örnekte olduğu gibi, paketin tamamına yönelik tek bir “evet-hayır” ikilemine indirgeniyor.
Dolayısıyla Kürt oylarının ve AK Parti’nin kemik oylarıyla yüzde 50 sınırının aşılacağı hesabı yapılabilir.
Şüphesiz siyasette mantık matematiksel işlemez.
Ancak şu andaki fotoğraftan hareketle bu senaryonun işlememesi için bir neden görmüyorum.
Kesin olan bir şey var ki, takip eden iki yılda üç seçim yaşayacak olmamız, her yönden müthiş satranç hamlelerine tanık olmamızı sağlayacak.
Sayın Başbakan tüm bu süreçleri planlarken eş zamanlı olarak Sayın Abdullah Gül’den Cemaat’e, herhangi bir çatlamaya da meydan vermiyor olması lazım.
Siyaset her yönüyle heyecanlı bir döneme giriyor. Pargalı da öldüğüne göre kendisine rakip olacak pek bir dizi kalmayacağı söylenebilir.
TÜSİAD’da yeni dönem
İş dünyasının en büyük oyuncuları İstanbul’da. Müsaadenizle bu sonucun geçmişine kısaca göz atalım: Hepimizin bildiği gibi, cumhuriyetle birlikte bir milli burjuvazinin oluşturulması hedeflenmişti.
Büyük ölçüde “ithal ikamesi” politikalarla yeni ve zengin bir sınıf yaratıldı. Ancak belirli bir noktadan sonra tıkanmaya başlayan ülke, ekonomik olarak da dışa açılmaya mecburdu. 1980’li yıllarda Özal’la başlayan süreç, Gümrük Birliği ile yeni bir ivme kazandı.
Bu, her kesim yönünden bir değişim talebine muhatap olmak demekti.
İstanbul burjuvazisi, bir-iki yalpalamaya rağmen, bu değişimi iyi algıladı. Sözcüleri konumunda bulunan TÜSİAD, bir süre sonra bu yeni vizyonun bayraktarlığını yapar hale geldi. Rekabetten ürkmeyen, Avrupa Birliği’ni savunan bu anlayış, o andaki merkez sağ iktidarlarla uyum sorunu yaşamadı.
Dış açılma sadece bir ekonomik süreç değildi kuşkusuz. Giderek artan globalleşme, beraberinde demokratikleşmeyi de gerektiriyordu. Ülke zenginleşiyor, Anadolu’da yeni bir zengin sınıf doğuyor, yepyeni siyaset anlayışları tomurcuklanıyordu.
İşte bu noktada, 1980’lerdeki değişimi ıskalamayan İstanbul burjuvazisi, bu yeni değişimi tam kavrayamadı, AK Parti ile arasına makul sınırları zorlayan bir mesafe koydu. Oysa yeni iktidarın ekonomik vizyonu, bırakın batı dünyasını, Afrika’dan, Asya’ya, tarihi ortak paydaları da kullanarak çok daha yayılmacıydı. Onlar “mülkün” büyük ortağı olduklarının farkındaydı ve ekonomiden siyasete, ülke koordinasyonunda kendi disiplinlerine uyum talep ediyorlardı.
TÜSİAD’dan merkez medyanın güçlü kalemlerine bu gelişmelere ihtiyatla yaklaşıldı. Hal böyle olunca “çekişmeci” bir ortam oluştu. Bu ani değişikliğin getirdiği kafa karışıklığı kimi eylem ve söylemlere ve fakat açık olarak vücut dillerinde yansıyordu.
Bugün bu sorun hala tam olarak aşılabilmiş değil. Son TÜSİAD genel kurulunda eski Başkan Ümit Boyner’in konuşmasında üstü örtülü bir kategorize etme anlayışı, “biz ve onlar”, “biat edenler, etmeyenler” yaklaşımının izleri görülüyor. Aslında her demokrat kafanın rahatlıkla imza atacağı laflar söyleniyor ama satır arası rahatsızlığın, bir kabullenme zorluğunun yaşandığını hissediyorsunuz.
Oysa artık “cin şişeden çıktı”. Artık farklı bir Türkiye’deyiz. “Kendim dışarıda, aklım içeride” halleri sadece şarkı sözlerinde var. Herkez birbirine muhtaç, yanısıra karşılıklı tedirginliklerin aşılması ve yerini samimi duygulara terk etmesi zamanı geldi, geçiyor.
TÜSİAD’ın yeni yönetim kurulu kompozisyonuna baktığımızda bu sıkıntıyı aşma kaygısını gözlüyoruz. Bakalım, fiiliyat nasıl tecelli edecek?
Paylaş