Paylaş
DIŞ güçlerin AK Parti’den ve Tayyip Erdoğan’dan vazgeçtikleri varsayımını kabul ediyorsak, “onlar, bu işi nasıl planlardı” diye beyin jimnastiği yapabiliriz.
Bir kere gözden uzak tutulmaması gereken husus, AK Parti’nin yüzde 50 halk desteğine sahip olmasıdır.
Soğukkanlı bir akıl, herhalde ilk önce AK Parti’ye bir seçim yenilgisi yaşatmak isteyecektir.
Önündeki ilk “imkan” yerel seçimlerdir.
Yerel seçimlerden önce bu hükümeti düşürmek, sonrasına dair çok “kör gözün parmağı” operasyonu olacağından, “soğuk akıl” bu yöntemi mümkün olduğunca tercih etmez.
O halde mart ayına kadar “itibarsızlaştırma” bombaları peşi-sıra gelecektir.
Bu projede başarı sağlanır, mesela AK Parti desteği yüzde 30-40 bandına çekilirse, ivme tersine dönmüş olacak, sonraki aşamada cumhurbaşkanı ve genel seçimlere ya “topal ördek” bir iktidarla ya da AK Parti’den ayrılacak milletvekilleri, CHP ve MHP koalisyonu ile gidilmesi sağlanmaya çalışılacaktır.
Devlet gücü elinden alınmış bir AK Parti’nin, 12 yıllık iktidarı müddetince vermiş olduğu malzemelerden hareketle, “atomize” bile edilmesi ihtimal dahilindedir. Hele ana arter basın, üzerindeki “rezerv”in kalktığını hissederse, kamuoyu bambaşka şekillenir.
Diyelim, AK Parti yerel seçimlerde başarılı oldu. Bu durumda Tayyip Erdoğan Çankaya’ya çıkar ve tüm hesaplar, kalanlar üzerinden yeniden yapılmaya başlanır. Neticede Türkiye bir Mısır da değil.
Bu projenin taşıyıcı kolonu CHP’dir.
Bu amaçla CHP içindeki ulusalcı kesimler süratle etkisizleştirilirken, bu partiyi merkez ve merkez sağ makyajla hazırlamak icap eder. Mansur Yavaş’tan Sarıgül’e bu yeni anlayışa zaten CHP yönetim kadrolarının itiraz etmedikleri anlaşılmaktadır.
Bu arada, merkez sağ ve muhafazakar bir müktesebattan gelen yepyeni bir lider adayının eş zamanlı olarak tedavüle sokulması beklenebilir.
Bu isim kim olur, bunu zaman gösterecektir.
Hizmet hareketinin bu projeye koyduğu katkının, ileride nasıl sindirilebilir bir paylaşıma konu olacağı ayrıca düşünülecektir.
Yerel seçimlere kadar, itibarsızlaştırma projesine destek anlamında, barış süreci, “berhavaya” yol açmayacak şekilde provoke edilebilir.
Şayet, AK Parti ve Tayyip Erdoğan umulandan dirençli çıkar ve havayı tersine çevirmeye başlarsa, bu defa mart ayı beklenmeksizin, orada AK Parti’nin halk desteğinin azalmadığı ihtimaliyle yüz yüze gelmemek için, hükümeti düşürme atağı erkene alınmaya çalışılabilir.
Bakın, böylesi senaryoları yazıyor olmamız bile ne acıdır.
Ancak kılıçlar o kadar çekilmiştir ki, bildiğimiz bundan sonrasının hiçbir şey olmamış gibi devam etmeyeceğidir.
İktidarın da “elinin armut toplamayacağını” herkes görüyor.
Yıpratma politikalarına ekonomik çalkalanmaların yaratacağı “fayda” da eklenirse, döviz kurlarından rating kuruluşlarına bir kakofoni de kimseyi şaşırtmayacaktır.
Hukuk yoksa devlet yoktur
Bu aşamada “yolsuzluk, rüşvet” tartışmalarını da ikinci plana atmamak gerekiyor.
Makro siyaset tamam da, kamu oyunu “ayakkabı kutusu” daha fazla ilgilendiriyor.
Emniyet, yargı, şöyle böyledir. Ancak evler, kahvehaneler “bunlar götürdü mü kardeşim” sorusuna yanıt arıyor.
İktidar, bir yandan kendisine yönelik operasyonu bozmak, ama öte yandan kamuoyunda beliren bu şüpheyi de tatmin etmek zorunda.
Fakat, iktidar hiç de böylesi bir izlenim vermiyor.
Ötesinde, sanki kalıcı bir hesaplaşma duygusunu hemen her kesime hissettiriyor.
Yargı erki hepimizin zihninde tartışılır hale geldi. Bu duruma büyük ölçüde iktidarın söylemleri yol açıyor. Yani hukuka güven sarsılırsa, o zaman akla bir reklam sloganı geliyor. “Devletten hukuku alın, geri neyi kalır ki”.
Altını olan kuralı koyar
Pek çoğumuzun pek sevdiği bir laf vardır. “Bu ülke 150 yıldır yüzünü batıya çevirmiştir”. Bağlı olarak “onlar” gibi olmaya çalışmak, nerede ise milli politikamız olmuştur.
Avrupa Birliği tam üyelik hedefi de bu amacın gerçekleşmesinin doruk noktası olarak saptanmıştır.
Avrupalı gibi olmamız ekonomik ve kültürel zorluklar içerse de bu çabadan vazgeçmeme kararlılığı hep gösterilmiştir.
Şüphesiz “Batı” Avrupa’dan ibaret değildir. Bu anlamıyla özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ve İsrail’le stratejik yakınlıklar oluşturulmuş, olabildiği ölçüde “uyumlu takım arkadaşı” gayretinde bulunulmuştur.
Esasında bu tercih sadece bize özgü değildir.
Tarihin bu kesitinde “Batı” dünya ekonomik metropolüdür.
Vaka, eğilim Uzak Doğu’ya kaymaya başlamışsa da son 150 yıldır Batı, zenginliğin teraküm ettiği, bağlı olarak ekonomi ve siyasetinin yönlendirildiği “merkez” konumundadır.
Batı’ya bağımlılık, bugün Rusya için de geçerlidir, Çin, Japonya yada Güney Amerika ülkeleri için de.
Dünyada hiçbir ülke direkt ve endirekt merkezden bağımsız bir menfaatı kolay kolay gerçekleştiremezler.
Şimdi, AK Parti işte bu “merkez”in, çerçevesi dışında hareket etmeye çalışan ve bu yüzden “istenmeyen” bir görüntü vermektedir.
Sayın Başbakan’ın, “tam bağımsız olalım, istiklal savaşı verelim” söylemlerine itibar etmesi, kendisine kesilen bu “ceza”yı tırmandırdığı anlamındadır.
Bu yaklaşım, Türkiye’nin alternatif bir güç odağı oluşturabileceğine dair bir inancı ifade etmektedir.
Peki bu gerçekçi midir?
Tamam, bu ülke büyük bir imparatorluğun mirasçıdır, böylesi bir hars kültürel kodlarımızda mevcuttur ama “an itibariyle”, son derece batıya bağımlı kırılgan yapısıyla, 800 milyar dolarlık bir ekonomik büyüklük, maalesef bu “dayılanmayı” gerçekçi kılmamaktadır.
Bu dediğimiz, ülkeye güvenmemek, potansiyellerinin farkında olmamak olarak değerlendirilmemelidir.
Öyle ya da böyle, özlediğimiz demokratik standartlardan yaşam kalitesine, insani gelişmişlik indexlerinden kişi başı gelire kadar cürmümüz ortadadır.
Onlarla birlikte, onlar gibi ve onlarla uyumlu olmadığımız takdirde, bu “kahpe dünya” bize, şu aşamada “problemli bir üçüncü dünya” ülkesi dışında fazla bir seçenek bırakmamaktadır.
AK Parti’nin kendisinden vazgeçilmesi karşısındaki isyanını anlayabilirsiniz. Hatta hak verebilir, adil bulmayabilir, milli iradeye saygısızlık addedebilirsiniz. Ama ne çare ki zamanında AK Parti’yi de iktidara getiren güçler farklı değildi.
Getirdiler kısmını es geçip “götüremezler” söylemi, bu söyleme halk desteği pekiştirme çabalarını, diyelim, samimi bulmadınız, “senin tercihlerin buna yol açtı”, dediniz, yine de bir “oh olsun” duygusunu “mandacı bir sevince” dönüştürmemek gerekiyor. Herşeye rağmen ülkemizde “demokratik çerçeve” yerinde duruyor.
Tamam, günün sonunda bu ülke bir tecriti göze alamayacağına göre, kazananın eninde sonunda kimin olacağı belli, ama hani o meşhur “altın kuralın” bu denli katı olması insanın içini de acıtıyor.
“Altını olan kuralı koyar.”
Paylaş