Paylaş
Faizi enflasyonun sebebi olarak değerlendiriyor.
Şüphesiz bu yaklaşımında ekonomik gözlemlerinin yanı sıra “inancının” da etkisi var.
Oysa Osmanlı’nın bu konuda çok pragmatik bir tutum aldığını söyleyebiliriz.
Para vakıflarından söz ediyoruz.
“Vakıf” genel olarak “bir malın bir gayeye” tahsisidir. Dini, sosyal veya ekonomik amaçlarla kurulurlar.
Vakıflara ilişkin Kuran’da doğrudan bir atıf yoktur.
Ancak, hayır, infakta bulunma, sadaka ve yardıma ilişkin çok sayıda ayetler ve hadisler bulunmaktadır.
Vakıflar, vakıf senedi ile kurulur ve kayıtları “Tahrir Defterleri” ile izlenirdi.
Osmanlı’da 16. ve 17. yüzyılda sadece İstanbul sur içinde, aktif vakıfların sayısı dört bindir.
Vakıfların toplam devlet gelirlerine oranı 16. yüzyılda %17, 19. yüzyılda %15, son Osmanlı Şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi’nin açıklamasına göre %50’ye ulaşmıştı.
Altyapı, bayındırlık, eğitim, sağlık, dini ve kültürel hizmetler büyük ölçüde devletten ziyade, vakıfların üzerinden gerçekleştiriliyordu.
Peki, yazı konusu “Para Vakıfları”, yani asli mal varlığı “Nükût”, yani “nakit para” olan vakıfların durumu neydi?
Öncelikle belirtelim ki, İslam hukukçuları uzun süre Para Vakıfların olup olmayacağını tartışmışlar, neticede Şeyhülislam Ebussuut Efendi noktayı koymuştur.
Ebussuut Efendi’nin cevaz verdiği Para Vakıfları; Karz-ı Hasen (faizli borç), Bidaa (hayır amaçlı paranın işletilmesi ve vakfa verilmesi), Mudarebe (emek-sermaye ortaklığıyla işletme), Murabaha (peşin alıp vadeli satma), İstiğlal (malını vakfa satıp tekrar kiralamak, borcu ödeyince geri almak) yöntemleri ile çalışmışlardır.
Ancak en çok uygulama “muamele-i şeriyye yöntemi”, yani borç, kredi verme, faiz alma üzerine işletilen vakıflardır.
İşlem büyüklükleri daha ziyade 500 ile 1000 akçe arasındadır. Süre genellikle bir yıldır. Faiz oranı yıllık %10’dur. Zaman zaman %15’e kadar yükselmiştir. Bu oranların tamamı “fetvalıdır”.
Zaman içinde Para Vakıfları’nın gelirleri tüm vakıf gelirlerinin %32’sine kadar yükselmiştir.
Bu vakıfların Osmanlı’ya faydası çok olmuştur.
Her şeyden önce, nakit birikim sağlamıştır, 400 yıl boyunca kadı denetiminde sorunsuz devam etmişlerdir, amaçları doğrultusunda pek çok hizmet verilmiş, özerk yapıları nedeniyle verimli olmuşlardır ve aşırı faizi engelleyici bir fonksiyon icra etmişlerdir.
Söylemeye gerek yoktur ki, 20. yüzyıl İslam Bankacılığı bu sistemden etkilenmiştir.
Ancak, açık ve net ifadesiyle, gerek Para Vakıfları gerekse İslam Bankacılığı, faize dayalı günümüz bankacılık sisteminden, özünde çok farklı değillerdir.
-----
‘İnci’li rehber
HÜRRİYET gazetesi Karaca ile işbirliği yaparak restoranları değerlendiren bir yeme-içme rehberi oluşturuyor.
Dünyada örneklerini bildiğimiz objektif ve profesyonel kurallarla mekanlar derecelendiriliyor.
En yüksek not “dört inci”, sırasıyla üç, iki ve bir “inci” ile bir nevi tavsiyeler kademelendiriliyor.
Yurtdışında bu uygulamanın en bilinen örneği Michelen rehberidir.
Üç yıldız alan mekanların aşçıları nerede ise tanrısal bir mertebeye yükselir.
Pek tabii, yıldızlar dağılırken; servis, ambiyans, lezzet, süreklilik, yaratıcılık gibi pek çok konuda değerlendirmeler yapılır.
Son dönemlerde “Fine Dining” tarzı restoranlar bu neviden takdirlerin en yükseklerine abone olmuş durumda.
Fine Dining, gastronomik lezzetlerin sanatsal bir işçilikle, kusursuz bir atmosferde sunulmasıdır.
Tabii ki, en kaliteli malzemeler kullanılır, tarifler çok özgün, porsiyonlar küçük, tadım menüleri genelde 8-9 çeşittir, bağlı olarak fiyatlar yüksektir.
Bu tarz, sınırlı sayıda insana yöneliktir.
Ancak her zaman da mutluluk verdiği söylenemez.
Zira uzun süreli, belirli bir ritüel içinde, hani daha doğru ifadesi ile “yorucu” bir tempo yaşatır müşterilerine.
Neyse, bizi ilgilendiren hayatın içinde olan, sıradan gibi gözüken mekanlardır.
Ülkemiz bahse konu lezzet vahalarını “mebzul” miktarda barındırır.
Tencere yemeğinden, pidecisine, kebapçısından tandırcısına, akla ziyan mekanlar gelenekselleştirdikleri tarzlarıyla kendilerinden emin bir şekilde lezzet avcılarını ağırlarlar.
Esasında, yurtdışında da en değerli addedilen ve en popüler olan mekanlar “aile işletmesi” niteliğinde olanlardır.
Türkiye bu işlerin önemini yeni kavrıyor.
Hiç şüphe yok, bahse konu yerler keşfedildikçe, uluslararası bilinirlik kazanmaları da işten değildir.
Ancak, önemli bir kısmının hijyen, gusto, alet-edevat, mefruşat gibi hususlarda daha fazla mesafe alması icap ediyor.
Anadolu bir gastronomi cenneti.
Bugün San Sebastian’ın yarattığı etkiyi bu coğrafyada becerebiliriz.
Turizm en başta yeme-içme zevklerinin tatmininden geçiyor.
Keşke, devlet bu işin önemini idrak etse ve bu yerlere destek sağlasa.
-----
Zarrab mevzusu
AK Parti’nin hiçbir seçeneği yok.
O, mecburen dini, milli ve anti emperyalist bir söylemle tüm ülkeyi arkasında konsolide etmeye çabalayacak.
Nitekim herkesi “tek dişi kalmış canavara karşı” mücadeleye çağırıyor.
Daha 10-12 yıl öncesinde AB ile kucaklaşan ve dünyanın yükselen yıldızı olan Türkiye, böylesi bir tavra sıkıştırılmamalıydı.
Açıkça iktidarın peşine takılıp gitmek ağrımıza gidiyor.
Ama ülkeyi öyle bir noktaya getirdiler ki...
Herkes, hepimiz yutkunarak, iç hesaplaşmalarımızı başka baharlara bırakarak, devletimizin arkasında, ona uzak kalabilmenin mümkün olamayacağı bilinciyle, davranmak durumundayız.
Kaldı ki, Batı’nın o hep bilinen çirkin yüzünü bir kere daha hissetmek, zaten başka türlüsünü de imkansız kılıyor. ABD halis niyetlerle mi, hukukun üstünlüğünü tesis için mi yargılama yapıyor? Aynı ABD, Türkiye’deki muhalifleri koruyup kollamak için sorumluluk üstlenir mi? İktidar antipatisi nedeniyle serinkanlılığını kaybeden insanlar bundan medet umuyor. İstiyorlar ki, mahkeme iktidarı parçalasın. Yani öykü standart. Hep başkalarından bir şeyler bekleniyor. Bizde hep bir “Beleşçilik” vardır. Askere sırtını dayayarak egemen olan kitleler, sanki geçmişte olduğu gibi demokratik mücadeleden binasip tutumlarını devam ettirip, yüzlerini kurnazca Batı’ya çeviriyorlar.
Paylaş