Paylaş
Bu durum hayata geçirilmesi planlanan ekonomik modelin değişeceği anlamına geliyor.
Bugün her şeyin önüne geçen temel ekonomik problem “döviz” darboğazına girme ihtimalidir.
Bu sebeple, özellikle ithalatın pahalı hale getirileceği bir kur politikasına geçildiği seslendiriliyordu.
Bir anlamda, tıpkı Asya ülkelerinin yıllar öncesi yaptıkları gibi ülke içinde tüketim standartlarını aşağıya çekerek, emek girdi maliyetlerini düşürerek, yüksek kurun ittirici gücü ile ihracata dönük bir yapıya hazırlık yapılıyordu.
Albayrak’ın söylemlerinden böylesi bir hedef çıkartılıyordu.
Şimdi de bu anlayıştan toptan vazgeçildiği söylenemez.
Ancak, bu model kısa vadede ödemeler dengesini iyileştirici ve döviz rezerv problemini çözücü bir etki yapmamaktadır.
Oysa, TCMB’nin net döviz rezervlerinin gerilemesi, gerçek manada bir rahatsızlık, hatta bir “panik” havası oluşturma emareleri göstermekteydi.
Mesele sadece ekonomi rutininin ithalat için döviz ihtiyacı değildir.
Başta milli savunma ve enerji olmak üzere, hayati öneme sahip kritik sektörlerde yaşanacak bir döviz sıkıntısı “kâbus senaryosu”dur.
Bu ülke 70 cente muhtaç süreçleri yaşamıştır.
O sebeple, asgari döviz dengesini sağlamak amacıyla bir takım önlemler mecburen devreye alınma durumundadır.
Bu anlamıyla TCMB’nin dış dünyayı tatmin edecek bir faiz artışına gitmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Nitekim, Merkez Bankası’nın yeni başkanı Naci Ağbal da 19 Kasım PPK toplantısını işaret ederek, gerekenlerin yapılacağını ifade etmiştir.
Böylelikle tekrar kısa vadeli “sıcak para” ile “kaça kaç faizle” dövize kavuşma politikalarına dönüş yaşanacak gibi duruyor.
Denilebilir ki, Cumhurbaşkanı’nın faiz konusunda bazı bağlayıcı söylemleri vardı.
Buna takılmamak gerekir.
Tayyip Erdoğan, her zaman gerçekçi bir politikacı olmuştur.
Bu defa da böyle olabilir.
Zira zor oyunu bozmaktadır.
Dönüp dolaşıp aynı yere gelmek ve 100 milyar doları aşan rezervi eritmek “acı” olması bir yana siyaseten izaha muhtaç olacaktır.
-----
Kanıksama yanlışı
KORONAVİRÜS hayatın normallerine dahil edilmeye başlandı.
Oysa tüm dünyayı bir afet şeklinde kasıp kavuruyor.
Ülkemizde özellikle gençler arasında bariz “reddedici”, “yok sayıcı” bir tutum var.
Sanki mart, nisan, mayıs aylarında evlere kapandıktan sonra “görev” tamamlanmış, “ömrümü daha fazla çaldırmam” tavrı hakim.
Pek tabii, mesele sadece belirli bir kesimin umursamazlığı değil, yanı sıra insanların ekonomik nedenlerle “tedbir alınması güç” alanlarda çalışmak mecburiyetinde olması.
Oysa, sadece Türkiye’de 10 binin üzerinde haneye ateş düştü.
Dünyada bir milyonu aşan insan hayatını kaybetti.
Başa dönersek, ölüm her gün 80 insanı “tararken”, giderek artan ölçüde bir “kanıksama” içine giriyoruz.
Bu yaklaşımın melanet virüsün ölümcül etkisini giderek artıracağının da farkındayız.
En münevverlerimiz bile daha az konuşmaya, yaşanan dehşeti “sıkıcı” bir dertmiş gibi algılıyor.
Şimdi havalar soğumaya başladı.
Yakın dostlar arasında, kapalı ortamlarda, sanki özel bir “korunmazlık” almış gibi bir sosyalleşme durumları yaygınlaşıyor.
Özetle, gerek mecburiyetten gerekse “dünyaya geldik bir kere” anlayışından ciddiye almama halleri giderek rutinimiz haline geliyor.
Bu durumda kabaran faturayı hep birlikte üstleneceğimiz bir “kış” hepimizi bekliyor demektir.
Paylaş