Paylaş
“Jandarma biz sosyalistiz, dostuz yalnız biz sana, kurtuluşun bizimledir, elini uzatsana” türküsü eşliğinde, Beytepe kampüsünde güvenlik güçlerini yanlarına çekmeye çalışırdı 1970’li 1980’li yılların devrimcileri.
Komünistler enternasyonalistti. Marx’ın öngördüğü sihirli dünya, gençlik ideallerine pek bir uygun düşüyordu.
Kentin varoşlarının ya da kasabanın zeki çocuklarıydı. Üniversiteli gençlerdi.
Yoksulluk ve ağır geleneklerle baskılanmışlık, delikanlılığın isyankar ruh hali birleştiğinde çok kolayından yepyeni bir insan olmaya ikna etmişti onları.
Yeni insan olmaya çalışmak reddiyatçılıktan geçiyordu.
Öncesinde, rejimin bir güzel biçimlendirdiği değerlerden ibaretti dünyaları.
Artık “bilinçlenmek” ve kişiliklerini tüm eski değerlerden süzmeleri zamanı gelmişti.
Kritik eşik dindi.
Marx “din bir afyondur” dememiş miydi.
İkna olmaya hazır zihinler bu lafın ötesine hiç bakmadı. Klişe yeterince ikna ediciydi.
Aleviler, “sosyalizm Aleviliğinin gelişmiş versiyondur” söylemlerine itibar ettiler, Sünniler tümden reddettiler, paldır küldür “terklerini” gerçekleştirdiler.
“İşçi sınıfın kardeşliği” ve “Kaynaşmış, imtiyazsız Türk Milleti” ikileminde daha az zorlandılar.
Mali oligarşiye karşı ezilenlerle dayanışmak çok daha heyecan veriyordu onlara.
Tam bağımsızlığı ve antiemperyalist olmayı önemsiyorlardı.
“Bu yönüyle Kemalist Cumhuriyet’le ters düşmememiz gerekiyor” diye düşünürlerdi. Ama bir yandan da o anlayışın kurduğu devleti yıkmaya çalışıyorlardı.
Kurtuluş savaşının emperyalizme karşı kazanıldığı öğretilmişti kendilerine.
Açıkçası, “Atatürk, Cumhuriyet, Komünizm” birlikte bir arada, birbirini zedelemeden nasıl korunur, bu konuda akılları karışıktı. O yüzden bu mevzuyu pek kurcalamazlardı.
Tam bağımsızlık meselesinde de yine fazla üstüne gitmedikleri bir rahatsızlıkları vardı.
Sovyetler, Çin, Arnavutluk’la bu göbek bağı da neyin nesiydi?
Tamam dünya halkları ve işçi sınıfı dayanışıyordu ama Stalin’den, Mao ve Enver Hoca’ya açıkça “talimatlandırıldıkları” bir anlayışı da içlerine zor sindiriyorlardı.
Hem o ülkelerden gelen haberler de ideallerini pek yansıtmıyordu.
Milovan Djilas, Aleksander Soljenitsin, Dubçek, Prag Baharı, Tiananmen meydanı hep bir arıza sinyaliydi.
Stalin’in katliamları ayyuka çıkmıştı.
Refah ve demokrasinin esamesi okunmuyordu.
Galiba bu işte bir “enayilik” vardı.
Zaten devlet de 12 Mart ve 12 Eylül’le kabus gibi üzerlerine çöküyordu.
Artık devrimci olmak, hem idealler, hem de baskılar yüzünden taşınması zor zanaat haline gelmişti.
Ağır ağır ilgilerini azaltmaya başladılar. Bu arada zaten sovyetik sistem de çökmüş, sosyalizm sınıfta kalmıştı.
Şimdilerde o günlere baktığınızda yaşanan heyecanları anlamakta güçlük çekebilirsiniz. Onları kandırılmış diye addedilebilirsiniz.
Ben asla bu kanıda değilim.
Onlar, sorguyu, sormayı, gerekirse, karşı çıkmayı öğrendiler. Onlar tek taraflı yönlendirildiklerinin tam ayırdında olmasalar da diyalektiği kavradılar.
İsyanı bildiler, uğrunda mücadeleyi yaşadılar.
Onlar “ret” kültüründen geldikleri için, ilerleyen yaşlarında “hamasi çözümlere” hep şüpheyle baktılar. Örselenen, yanılan, elitist çukurlarda debelendiği fark eden ruhları, her şeye rağmen insan onuruna sahip çıkmayı, vazgeçilmez bir görev olarak yükledi yaşamlarına. Hayat onları, geçmişlerinde biriktirdiklerinden hareketle vicdanlı kıldı.
Onlar zihinlerini emanet ettikleri fikirlere takılıp kalan, ilave bir “taş” daha koymayanlardan farklı, “eski tüfek” rantından uzaktırlar.
Şimdilerde zamanın ruhunun takipçisidirler, demokratdırlar, halkın dini ve milli değerlerinin önemini giderek daha fazla idrak etmektedirler, daha içten, daha sahici ve cesurdurlar.
Hayatın Marx’dan ibaret olmadığını, Fukuyama ile tarihin sonunun gelmediğini, İsaiah Berlin denilen bir adamın söylediklerinin de dikkate değer olduğunu görüyorlar, itirazlarını seçkinci sapkınlıklardan arındırmaya çalışıyorlar.
Bu hikayenin bir de ülkücü ve akıncı versiyonu vardır.
Onu da bilenler yazsın.
Paylaş