Paylaş
İlk defa Ertuğrul Özkök’ün kullandığı bir kavramdır “İzmirya.”
İki hafta önce demokrasilerin olmazsa olmazı olan güçlü yerel yönetim anlayışını savunan yazılar yazmıştık bu sütunlarda.
Evrensel olabilmenin bireyselliğin derinleşmesinden geçtiğini, insanların özgür iradesinin kendisi ve yakın çevresi için en optimumu tespit edebilme yetkinliğine sahip olduğunu ve bu sebeple merkezdeki uzak aklın bizim adımıza her şeye karar vermesine karşı çıkılması gerektiğini belirtmiştik.
Pek tabii bu tip konularda kalem oynatmak, mayınlı arazide gezmeye benziyor.
Komik olmaya çalışmayan herkes bilir ki, abartılı anlamlar yüklenmiş ve ülke genelinden soyutlanmış “İzmirli” diye bir kavram (sınıf, statü...) yok.
Büyük bir ülkedeyiz
Hele bazı ilkel zihinlerin Anadolu’dan göç yoluyla gelenlere mesafelenerek, sebebi kendinden menkul bazı tasniflemelerle, itici, öteleyici, tepeden bakan, faşistik tınılar içeren yaklaşımlarına hiçbir şekilde yüz vermek mümkün değil.
Esasında biz büyük bir ülkede yaşıyoruz. Türkiye 780 bin 576 km². Bir imparatorluk bakiyesi.
Görkemli bir geçmişten sonra elde kalanlarla yepyeni bir ruh ve bilinç oluşturuldu geçen yüzyılın başlarında. Kaybettiklerimizin acısı, mevcudu muhafaza telaşı, ister istemez katı merkeziyetçi bir devlet yapısına yönlendirdi o devirlerin yöneticilerini.
Hep kaynaşmış, sınıfsız, imtiyazsız bir blok kitleydik, böyle anlatılıyordu bizlere.
Hani Batı’da yaşayanlar için dayatılan model problem oluşturmuyordu ama kürdü, muhafazakarı, Alevisi başta olmak üzere geniş ülkemizin realitesi bu değildi.
Sonrasında bilinen gelişmeler yaşandı.
Açıkta kalanlar
Dar bir bürokratik elitin istekleri dışında bir dünyanın da var olabileceğini idrak etmeye başladık.
İşte, muhafazakârlar iktidar olmuştu. Kürtler mücadelelerinin semeresini görmek üzereydi.
Ancak değişim iddiasıyla gelenler, tüm kurum ve kurullarıyla yerinde duran merkezi yapının yeni sahipleri olmuştu. Değişen pek bir şey yoktu.
Açıkta kalan bizlerdik. Kıyılarda yaşayan, geçmişin torpillisi, ülkemizin zengini, az dindar, bol laik, yüzü Batı’ya dönük, “Batılı” olmaya çalışan, kültür seviyesi yüksek, bireyselliğini hissetmeye başlayan, donanımlarıyla pek çok konuda “kalkış rampasına” konuşlanmış ve fakat heyhat yine merkeziyetçi ama bu defa kendisini kollamayan bir yapıya teslim olmuş, insanlar...
Diğer deyişle demokrasi acemisi, demokrasi tembeli olmanın zararını, devran değişince hissetmeye başlayan kitleler.
Şimdi bu insanlar da sofrada söz sahibi olmak istiyor.
Kendi bünyesinde pişen yemeğin tadını tuzunu belirlemek, başkalarının aklına estiği gibi kepçesini daldırmasına müsaade etmemek, neyi nasıl paylaşacağı konusunda bir ağırlık taşımak istiyor.
Şayet böyle bir İzmirli’lik varsa, kendi kendimize gelin-güvey olmuyorsak, bunun yolu tüm ülke için güçlü yerel yönetimleri talep etmekten, bu uğurda “öncü modeller”le mücadeleye girişmekten geçiyor.
‘Ege’den Yayılan Işık’ partisi
· “Mücadele edelim” diyoruz da bunun yöntemleri neler olabilir.
Bakınız, etkili bir sivil toplum muhalefeti oluşturmak az şey değildir, ama yeterli gelmez.
Demokrasilerde kaale alınmanın en geçerli yolu, ülke parlamentolarında temsil gücünüzün var olduğunu gösterebilmektir.
Kürtler seçim barajlarına rağmen bağımsız milletvekilleri çıkarmayı başardı.
Almanya’da Yeşiller partileşerek çok etkili bir duruma gelebildi.
İş ve siyasat dünyasının duayenlerinden Hasan Denizkurdu’nun da işaret ettiği gibi, pekala dar bölgeci olmayan, evrensel demokrasi ve onun gereği güçlü yerel yönetimleri ülke geneli için savunan siyasi oluşumlar için çaba sarfedebilir.
Bu arada CHP Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartları’nı aynen benimsediğini ifade ediyor.
Ama aynı CHP, partinin MYK’sına İzmir’den tek temsilci bile almıyor.
Zaten şu anda mevcut siyasi partiler parti içi demokrasiden uzak yapılar ve bu durumun kısa vadede değişeceği yok.
O yüzden belki de mevcutları boş verip, “Ege’den Yayılan Işık” partisini kurmak gerekiyor ve bize göre zamanı geldi, geçiyor.
Paylaş