Paylaş
İSTANBUL; doğası, sinerjisi ile müthiş bir yer.
Kentin, içinden kaynayan, adeta agresif bir temposu var.
İlk etapta bu havadan etkileniyorsunuz.
Ancak bir müddet sonra çok “yorucu” bir şehirde olduğunuzu hissediyorsunuz.
Biz İzmirliler genelde İstanbul’a hayranlık ve hasetle karışık bakarız.
Her nedense mukayeseler ve eksiklenmeler bu kent üzerinden yapılır.
Oysa yerleşim yerlerinin yaşam kalitesini değerlendirirken böylesi “koşuşturmalı” bir düzene sahip kentler muteber addedilmezler.
Normal insanı deli edebilecek trafik sorunu dahi, makul bakışlarla İstanbul’u “kabus belde” sınıfına dahil edebilir.
Bazen İzmir’e çok haksızlık yaptığımızı düşünüyorum. Geçenlerde, gönlünü ve mesaisini uzun zamandır İzmir’e vermiş ünlü şehir plancı İlhan Tekeli’nin Ege’de Sonsöz internet gazetesinde bir röportajı yayınlandı. Hoca, İzmir’e dair bir İstanbul hayalini kurmanın hiç de doğru olmadığını anlatıyordu.
Bizim kentimizin dingin, telaşsız ve dengeli tarzının, hele yaşamı anlam sorgusu yönünden değerlendirenler için ideal olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Hiç şüphesiz, İzmir’e dair, “Seferihisar sakin şehir” güzellemesi yapmıyoruz.
Hiçbir komplekse kapılmadan, ciddi bir sanayisi, tarımı ve giderek gelişen hizmet sektörü ile birlikte İzmir, kendi modelini, İstanbul’a öykünmeden ortaya koymalıdır.
Zaten büyük ölçüde de bu böyle.
Diyeceğimiz; kentimizin değerini bilelim, hatta ezber bozup, arada sırada İstanbullulara acıyalım.
Endişeli modernler itirazlarını soluklandırmalı
GEÇENLERDE özel bir hastanede bir gözlem yapma fırsatım oldu.
Hastanelerimize son dönemlerde Arap ülkelerinden çok sayıda hasta geliyor.
Hastanenin bekleme salonunda 6-7 çocuklu bir Arap ailesi vardı.
Çocukların en büyükleri 13-14 yaşlarında iki kız, diğerleri birer ikişer yaş aşağı küçük kız ve oğlan çocuklarıydı.
Büyük kızlar kardeşlerini kucaklarında zapt etmeye çalışıyorlardı.
Ablaların her ikisi de tesettürlüydü.
Sevecen ve mütehakkim üsluplarının küçük kardeşlerde hayranlık uyandırdığını hemen anlayabiliyordunuz.
Çok mümkün ve muhtemeldir ki, küçük kız çocukları rol model gördükleri ablalarına dair, bir an önce onlara benzer hale gelmenin hayalleri içindeydi. Hani “biz de bir an önce büyüsek ve ablalarımız gibi olsak, onlar gibi giyinsek” çıkarsaması, pek bir yanlış değerlendirme sayılmaz.
Bakınız, işte “kültür” dediğimiz de iş tam böyle bir şeydir.
Toplumlar değerlerini bu şekilde kuşaktan kuşağa birbirlerine aktarırlar.
Arap kültüründe, o coğrafyalarda, kadınların başlarının belirli bir yaşta örtülmesi kadim bir gelenektir.
Şüphesiz İslam dininin vecibeleri de bu eğilimi beslemiştir.
Dolayısıyla Batı ezberlerimizden hareketle, kolayından bu insanları yorumlamamız doğru değildir.
Mevzuya Anadolu insanı üzerinden baktığımızda, başörtüsü ya da onun versiyonu olan türbana dair durum çok farklı değildir. “Evvelden türban mı vardı?” söylemlerini geçiniz.
Anadolu da yaşayan pek çok kadın için başını örtmeye başlamak meşruiyetin ve rüştün tescillenmesi mahiyetindedir. Sosyolog Nilüfer Göle, şehirler için türbanı özgürleşme gerekçesi olarak ifade eder.
Efendim; bu saptamalardan sonra kritik konuya gelirsek, kamuda neden başörtüsüne müsaade edildi?
Bazı kafalar hala türbanı muhafazakarların inadı olarak değerlendirme eğiliminde.
Bazen bizler neden bu kadar birbirimizin değerlerine, alışkanlıklarına, kültürlerine yabancıyız diye sormadan edemiyorsunuz.
Galiba, 76 milyon olarak, bir bütünlük halinde, her bir taraf diğerlerinin gerçekliğini içine sindirmeden normalleşemeyeceğiz.
Bu çerçevede atılan her benzer adımı itirazlarımıza boğmadan ve Arap kültürü ile Anadolu kültürünün birbirinin aynı olmadığı gerçeğini de, pek tabi göz önünde tutarak, lütfen biraz düşünelim.
Paylaş