Paylaş
“Atiye” den söz ediyoruz.
Beren Saat’in başrolünü oynadığı dizi bir “Göbeklitepe” öyküsü.
Senaryonun ne olduğundan ziyade, bizi ilgilendiren yönü, bu sayede Urfa’nın ve tabii, Göbeklitepe’nin bir anda popüler hale gelmesi.
Esasında tarihi ve otantik yerlerin parlatılabilmesi için böylesi sanatsal enstrümanlara ihtiyaç var.
Film endüstrisi mesela “Roma Tatili” filmiyle bu kentin turizmine müthiş katkı sağlamıştır.
Mısır Piramitlerinden, Positano’ya, hatta James Bond filmleriyle Kapalı Çarşı’ya, meşhur “Topkapı” filmiyle İstanbul’a hep bu yolla tanıtım imkânı oluşturulmuştur.
Konuyu İzmir’e getirmek istiyoruz.
Bu kentin pazarlanılacak materyalleri çok çok fazladır.
Ama doğru dürüst bir tanıtım stratejimiz olmadığı için maalesef “pis kokan İzmir”den öteye geçemiyoruz.
Elimizdeki en önemli kıymetlerden biri de “Kemeraltı”.
Valilik, belediyeler, odalar, TARKEM gibi özel kuruluşlar, sivil toplum kuruluşları, herkes bu tozlu mücevheri kent cazibesinin en ortasına oturtmak için çabalıyor.
Bu amaçla bazı binalar rehabilite edilmeye çalışılıyor, altyapıyı düzeltmek için çaba sarf ediliyor, ancak ilave bir şeylere ihtiyaç duyulduğu gün geçtikçe daha aşikâr hale geliyor.
Bizim aklımıza gelenin İZTAV’ın da gündeminde olduğunu tesadüfen öğrendik.
Evet, Kemeraltı’nın bir hikâyeye ihtiyacı var.
Burada sinagoglar var, Sabetay Sevi’nin evi var, tarihi camiiler var, buralardan çıkıp dünyayı sallamış insanlar var...
Özetle biraz tarihi gerçek, biraz rivayet, biraz da kurmaca bir çabayla müthiş senaryolar neden oluşturulmasın?
Bu senaryolarla Kemeraltı niçin doğal bir sanat platosu haline getirilmesin?
Bir yerlere para harcanarak bir “illüzyon” oluşturulacaksa en uygun yer “Kemeraltı” değil midir?
Zaten hep söylediğimiz gibi, temiz bir körfez, özü korunarak her yönüyle “keyiflendirilmiş ve lezzetlendirilmiş” Kemeraltı, bu kentin büyük yürüyüşü için en uygun başlangıç adımlarıdır.
-----
Gönüllü kefaret zamanları geliyor
KENDİMİZİ kandırmayalım.
İzmir vaktiyle çok güzel bir kentmiş.
Şimdi suratına kezzap atılmış bir çilekeş kadın gibi...
Cürümü işleyen sevgili son yıllarda hatasının farkına vardı.
Ama yok edilen güzellikler maalesef kolay geri gelemiyor.
Neden bu sözleri ediyoruz?
Biz İzmir’e kıydık...
Hoyrat davranmanın ötesine geçtik.
Muhteşem tarihi dokusunu rant uğruna yerle bir ettik, tertemiz körfezi, belki de dünyanın en büyük lağım çukuruna dönüştürdük.
Kahverengi körfez bizim ayıbımız, yitip giden özgüvenimizdi.
Akıllar başa geldiğinde iş işten geçmek üzereydi.
Özfatura ve Piriştina dönemlerinde “Büyük Kanal” çalışmaları yapıldı.
Ancak arıtmalar yeterli olamadı.
Kocaoğlu dönemi de navigasyon derinleştirmeleri ve sirkülasyon kanalları hazırlıkları ile geçti.
Merkezi idare bu meseleyi hiçbir zaman birinci derecede sahiplenmedi.
Şimdi Tunç Soyer döneminde farklı bir anlayışla ele alınıyor.
Mevcut sistem maalesef evsel atıklarla yağmur sularını birbirine karıştırıyor ve özellikle yoğun yağışlarda kanalizasyon taşıyor.
Hali hazırda yağmurlu havalarda suyun 2/3’ü doğrudan denize deşarj ediliyor.
Son yapılan araştırmalarla anlaşıldı ki, evsel atık ve yağmur suları ayrıştırıldığında, yağmur sularının denize doğrudan salınımı temin edilirken, diğerleri arıtılacak ve böylelikle “kirletmeme” esası üzerinden körfezin doğal sirkülasyonu ile üç yıllık bir süre içerisinde büyük ölçüde temizlenme temin edilebilecek.
Yüzülebilir körfez, özellikle Narlıdere ve Kuş Cenneti kıyılarında daha büyük bir hızla mesafe alacak.
Pek tabii, İzmir halkını böylesi bir hediye için büyük “sabır” bekliyor.
Zira yüzlerce kilometre yollar kazılacak, borular döşenecek, trafik tıkanacak.
Ama hiç kimsenin bu konuda “gık” bile çıkartmaya hakkı olmadığını düşünüyoruz.
Herkes, hepimiz, dedelerimizden, babalarımızdan gelen kefareti ödemek mecburiyetindeyiz.
Kuşaklar boyu İzmir’e yaptığımız zulüm, umarız sonuç verir ve bu tarihi kent bizi affeder.
Paylaş