Paylaş
Osmanlı emperyaldi. Bağlı olarak, çok kültürlü, çok dinli bir yapıyı yönetiyordu.
Fransız ihtilali, etkilerini 19. yüzyılda imparatorluk toprakları üzerinde göstermeye ve milliyetçilik akımları hız kazanmaya başlayınca, çok kültürlü yapının muhafazası zorlaşmaya başladı.
Abdülhamit’in sarıldığı çare İslam’dı. Ana yapıştırıcı konusunda bir paradigma değişikliğiydi bu. Ancak Arap dünyasına dair yaşanan hayal kırıklıkları, bu defa, çağın trendine uyumlu başka bir yapıştırıcı aranmasına neden oldu.
İttihat Terakki ile birlikte Türkçülük ideolojisi ön plana çıkarılmaya çalışıldı.
Amaç hep aynıydı. Mümkün olduğunca elde kalan topraklar korunmaya çalışılıyordu.
Türkçülük toplumun “payı” olacak, aynı zamanda “paydada” İslam yer alacaktı.
Proje, zaten müsait olan siyasi konjonktüre uygun olarak hayata geçirildi.
Bir müddet sonra elde kalan topraklar gayrimüslim nüfustan “arındırılmaya” başlandı.
Cumhuriyet, bu fikri takip etti.
Neticede, o an için sanki başka türlüsünün olamayacağına dair bir kararlılıkla, bu günlerde belki 20 milyon kişiye ulaşacak Ermeni, Rum, Yahudi nüfus tasfiye edildi.
Payda artık İslam’dı.
Paya dair bazı sıkıntılar vardı. Özellikle Kürt nüfusu Türkleştirmek zorluklar arz ediyordu.
Bu insanlar Çerkezler, Boşnaklar ve benzerleri gibi ülkenin yeni vatandaşları değildi.
Kendi topraklarında, kendi dilleri ve kültürleri ile yaşayan insanlardı.
Bu her yönüyle zor denklem demokrasinin ikinci plana alınmasıyla çözümlenmeye çalışıldı.
Yıllar yılları kovaladı.
Müthiş bir kültürel biçimlemeyle, radikal eğilimlere savrulmasına müsaade edilmeyen bir İslam paydasıyla, aslında hepimizin Türk olduğuna dair bir toplum yapısı inşa edilme gayretine girildi.
Bu arada paradigma yine değişmiş ve tüm dünyada demokrasi rüzgarları esmeye başlamıştı.
Türkiye 20. yüzyılın sonlarından itibaren bu kervana dahil olmaya başladı.
Demokrasi, bir yönü itibariyle, kurmaca dünyamızın pullarının dökülmesi demekti.
Herşey tekrar aslını arayacak ve kaçınılmaz bir karmaşa yaşanacaktı.
Ancak ülke 100 yıl önce bıraktığımız yerde değildi.
Cumhuriyetin kendi ideolojisi uygun biçimlediği on milyonlar, geçmişten farklı olarak denkleme dahil olmuştu.
Bu kitlelerin Türklüğe itirazı yoktu, dinle ilişkisi mesafeliydi, bireyselliğini keşfetmeye ve 21. yüzyıla uyum sağlamaya çalışıyordu.
Toplumu oluşturan tüm kesimler “demokrasi acemisiydi”.
Her kesim bir diğerine temkinli yaklaşıyor, yeni Türkiye’de ön alanlar tekrar “geçmişin ezileni” pozisyonlarına dönmekten kaygı duyuyordu.
Bu arada muhafazakarlar 2002 yılından itibaren iktidardaydı.
Cumhuriyet değerlerine sahip kitleler, değişen ülke koşullarında batı tipi evrensel değerler içeren demokratik bir paydaya rıza gösteren bir eğilim sergileseler de, kendilerini siyasi planda ifade edebilecek tatmin edici bir oluşuma sahip değillerdi.
CHP, aklı karışık bir parti görünümü veriyordu.
Kürtler, etnisik temelli gecikmiş bir rüyanın cazibesiyle üniter yapıya dair gel-gitler yaşıyor, uluslararası konjonktürün kendilerine sunduğu seçeneği aşan ve onu aratmayacak statü taleplerini dillendiriyordu.
AK Parti, kültürel kodları itibariyle, Batı medeniyetinden neşet etmiş evrensel demokrasiye güvensiz yaklaşıyor, din, hatta mezhep bazlı bir konsolidasyonun bu toprakların realitesi olduğu ihtimalini zorlamak istiyordu.
Ülke, şu an itibariyle bir belirsizik ortamında.
İktidar savaşlarının kazanını olamayacağı aşikar. Hiçbir tarafın, bütünün tamamını kendi bildiğince yönlendirmesinin mümkünü olamayacağı giderek anlaşılıyor.
Dünya, gönüllerden geçse de, eskinin ihyası anlamına gelecek neo Osmanlı modellerine geçit vermiyor.
Ülkeden gönderilen gayrimüslim nüfusun bugüne dair laik kesimin özlediği demokratik paydanın güvencesi olacağı yeni yeni idrak ediliyor.
Ancak, geçmişe hayıflanmak anlamsız. Zaten, hayat dönemin şartlarına göre tecelli ediyor. Belki de bu sebepten her dönemin muktediri pragmatist olmak zorunda. Bu, Abdülhamit için de geçerli, Mustafa Kemal Atatürk için de.
Şimdilerin muktediri Tayyip Erdoğan. Fakat tarihinde ilk kez bu topraklarda, “demokrasi” olgusu da denkleme dahil oldu.
Beri yandan “benim doğrum hepimizin doğrusudur anlayışı”, bir başka türlüsünü bilemediğimiz için, tarihin size çizdiği pragmatist çerçevenin dışına taşmanıza sebep oluyor.
Galiba şu anda Türkiye’de yaşanan en büyük sıkıntı da bu.
Proleterya oruç tutmuyor
İzmir’in en büyük yemek fabrikasının patronundan edindiğim bilgiye göre, Ramazan’da günlük 22 bin olan tabldot sayısında sadece yüzde 6’lık bir düşüş yaşanmış.
Bunun anlamı, firmanın, metropol müşterileri itibariyle, çalışanlar yönünden oruç tutanların yüzdesi sadece altı.
Geçen yıllarda bu oran daha yüksekmiş.
Esasında Temmuz’un tatil ve izin ayı olduğu göz önüne alınırsa oruç yüzdesi belki daha da düşük.
Galiba, yaz nedeniyle oruç süresinin uzunluğu, yanı sıra, muhafazakar iktidara duyulan tepki gibi faktörler çalışan kesim üzerinde etkili oluyor.
Şüphesiz emekli, esnaf, civar ilçeler gibi toplumun diğer kesimleri bu istatistikte yer almıyor.
İzmir’in dini ritüellere eksiksiz icabet etmediğini gösteren bu tablo, Müslüman kimliği ile iftihar etmediğimiz anlamına gelmiyor.
Hepimiz dini değerlerimizle barışığız, oruç tutmasak da, ramazan pidesini ıskalayanımız yok, muhtemelen içki içenlerimiz bu kutsal ayda büyük ölçüde frene basıyor, bayram namazını ve kabristan ziyaretini çoğumuz planladı bile...
Ama öyle anlaşılıyor ki İzmirli, sosyal kimliğinin terkibini oluştururken, mevzu din bile olsa, bir unsurun diğerlerini aşırı etkilenmesini tercih etmiyor.
Paylaş