Paylaş
AK Parti, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı için henüz adayını belirlemedi.
Yapılan anketler, en fazla heyecanı sayın Binalı Yıldırım’ın uyandıracağı şeklinde.
Sayın Bakan’ın bu konuda çok istekli olmadığı biliniyor.
İlk anda iki sebep akla geliyor.
Birincisi, İzmir adaylığını siyasi kariyerinde bir ileri adım olarak algılamıyor olabilir.
Diğeri ise, gerçekçi bir gözlemle, İzmir’de AK Parti adayının Büyükşehir’i kazanmasının çok zor gözüktüğünü biliyor.
AK Parti’nin İzmir genelinde oylarının yüzde 37-38 bandında olduğu söylenir. Ancak yerel seçimlerde geçmişte olduğu gibi, MHP seçmeninin CHP’ye yönleneceği, aynı şekilde Manisa, Balıkesir gibi yerlerde, bu defa CHP’nin MHP’yi desteklemesiyle bir ittifak ortamı oluşturulacağı gözleniyor.
Hal böyle olunca İzmir, AK Parti için, belirli bazı ilçeler dışında çok umut vaadetmiyor.
İşte bu gerekçelerle Binali Yıldırım’ın hevesli olmamasını anlayabiliyorsunuz.
Ancak, buradan asla aday olmayacağı sonucu çıkartılamaz.
Bakınız, Sayın Başbakan enteresan bir kişilik. Başlangıçta karar verdikleri bir prensip uğruna üç dönemden fazla milletvekilliği yapılabilmesi imkanını, kendisi de dahil olmak üzere, tüm partililer için sınırlandırdı.
Kişi yerine kurum algısına vurgu yapan bu anlayış, pozisyonu ne olursa olsun “kişisel kariyere” ilişkin mazeretlere kolayından ikna olmaz.
Kişisel yakınlık gibi gerekçelerden etkilenmediğini, Sayın Bülent Arınç’ın, ona sorulmadan Manisa’dan Bursa’ya aktarılmasından hatırlıyoruz.
Hal böyle olunca, Binali Yıldırım’ın AK Parti’ye, genel oy oranı itibariyle bir katkı sağlayacağı kanaati oluşursa, İzmir adaylığı ile ilgili bir görevlendirme yapılması sürpriz olmayacaktır.
Esasında bakarsınız önümüzde üç seçim var. Hatta, artık sınırlı bir çerçevede olacağı anlaşılan bir Anayasa referandumunu da bu sayıya dahil edebilirsiniz. Bu süreçte ilave gelecek her oy, diyelim İzmir Belediyesi yine kaybedildi, genele dair açık bir ihtiyaç.
Daha açık söyleyelim. Binali Bey’le AK Parti İzmir’de oyunu 2 puan bile artıracaksa, karar vericilerinde böyle bir kanaat oluşursa, Sayın Başbakan, Bakan Bey’e “git partin için mücadele et, oyumuzu artırabildiğin kadar artır” diyebilir.
Böylesi bir talebe, ben AK Parti bünyesinde kimsenin “hayır” diyebileceğine ihtimal vermiyorum. Bu kapsama Sayın Bakan da dahildir.
Bakalım, bekleyip göreceğiz.
Yıldız gazeteciler
Yerel medyada büyük bir zevkle izlediğimiz çok değerli kalemler var.
Özellikle genç kuşak bomba gibi geliyor. Bahar Akıncı, Banu Şen gibi gençler çalışkanlık, kültür ve kalem lezzetini bir arada çok güzel harmanlıyor.
Ancak, ben bugün biraz kıyıda kalmış gibi gözüken iki gazeteciden söz etmek istiyorum.
İlki, usta gazeteci Gönül Soyoğul.
Bilmem, siz de “Ege’de Son Söz” isimli internet gazetesinin müdavimlerinden misiniz?
Gönül hanım, burada harika işler çıkarıyor, ülkenin ve İzmir’in ezberleri üzerine, kendi vicdanının rehberliğinde tam bir gazeteci objektifliğiyle gidiyor.
Gerek yazdığı köşe yazıları, gerekse röportajlarıyla, suya sabuna dokunmamayı şiar edinmiş bazı meslektaşlarına adeta gazetecilik dersi veriyor.
Diğeri ise, bir “deli oğlan”, Hasan Tahsin Kocabaş.
Ege Telgraf ve Kanal 35’de içinden taşan heyecana fren koymadan, her zaman olduğu gibi, neyi kırıp döktüğünün ince hesabına girmeden, baltayı taşa vuracağını bile bile kendi doğruları üzerinden renkli ve onurlu bir gazetecilik icra ediyor.
Bu birbirinden ayrı kişilik ve tarz, görüşlerine itibar edersiniz veya etmezsiniz o ayrı, demokrasinin o olması gereken temiz havasını bizlere hissettiriyor ve neden “vitrin muteberi” olmadıkları sorusunu sorduruyor.
Sefil gerekçeler
Sol literatürde “Lümpen Proletarya” diye, sınıfsal bilinçten yoksun, gayesiz ve cahil insanları tanımlayan bir kavram vardır.
Fanatik futbol taraftarlığı, nerede ise bu tanımlamaya “cuk” oturuyor.
Kıran, döken, söven, bıçaklayan bu insanları anlamakta zorlanıyorsunuz.
Tamam, gençtirler, kanları kaynamaktadır, hayatlarına dair gelecek umutları zayıftır, fakirdirler, bir sebeple dışlanmaktadırlar...
Ama bu handikaplardan bile böylesi bir dengesiz profil çıkmamalı, çıkmaması gerekir.
Öyle anlaşılıyor ki, bu insancıkların kendilerini değerli hissettikleri tek alan, tuttukları takımın ölümüne taraftarı olmak.
Aradıkları aidiyet hissi, amaçsızlık ve çaresizlikle keşişince, kolayından bu “serseri mayınları” militan yapıveriyor.
Esasında hepimiz için bir keyif ve kızdırma vesilesi olan futbol, nasıl oluyor da kitleleri kontrolsüz, gözü dönmüş yığınlara döndürüyor.
Bu insanları tetiklemek çok zor değildir. Maalesef “yönetici” dediğimiz bazı klinik tipler, hepimizin gözü önünde, “yine yapacak” beklentimize sürpriz oluşturmadan, “pim”i sorumsuzca çekiyor, hazır kıtaları zıvanadan çıkarıyor.
Bu “arıza” tipleri hepimiz biliyoruz, bunların sürekli olarak taraftarları tahrik ettikleri hep yaşıyoruz ve hiçbir şey yapmıyoruz.
Sanki bu sorumsuzların yüksek sinir katsayıları ile beraber yaşamayı kaderimiz addediyoruz.
Ama yeter. Yeter artık. O ölen çocuğun aşama aşama gelen hazin sonunda bu sorumsuzların sefil gerekçelerinin payı çok yüksek. Maalesef, mevcut düzenin, gereken “arınmayı” sağlayacağına dair umudumuz yok. Galiba kendi adıma bu “kepazelikten” soğuyorum, artık ilgilimi sıfırlamak istiyorum.
Paylaş