Paylaş
İnce alüminyum tabakaların ya da üzeri alüminyum buharla kaplı plastik yaprakların, genellikle altıgen, kare, dikdörtgen, daire, yıldız ve hilal biçiminde kesilmesiyle elde edilen küçük parçacıklar, giderek artan biçimde hayatımızı süsler oldu. Pırıltılar, kimi zaman bir pantolonun arka cebindeki işlemeden, kimi zaman bir kadının omuzbaşlarına sürdüğü güneş yağından bize göz kırpıyor. Ne yana dönsek, ışık saçan, yaldızlı bir ürünle karşılaşıyoruz: Rujlar, pudralar, iç çamaşırları, yılbaşı süsleri, oyuncaklar, tebrik kartları, geçici dövmeler, boyalar, tutkallar, hatta balıkları cezbetmeye yarayan jeller.
En önemlisi pırıltılı olan her şey, Amerikan Deniz Kuvvetleri Soruşturma Birimi NCIS’de görevli özel ajan bayan Klaya Aardahl’ın 2003 yılında San Diego Üniversitesi’nde tamamladığı yüksek lisans tezinde gözler önüne serdiği gibi, ideal bir delilde bulunması gereken ne kadar özellik varsa, içinde barındırıyor. Sıcaktan, güneş ışığından etkilenmemekten tutun da, çürümüş bir bedenin üzerinde bozulmadan kalabilmesine kadar. En önemlisi failler, mağdurun üzerindeki minik taneciklerden birinin, bedenlerine, giysilerine yapışıp kaldığını ya da kendi üzerlerinde ve eşyalarındaki minik bir yaldız taneciğini mağdura transfer ettiklerini fark edemiyorlar.
FRANKFURT’TAKİ ASKERLERİ YAKAN PIRILTILAR
Soğuk Savaş dönemi Frankfurt, 70’lerin ikinci yarısı, Şubat’ın ilk haftasıydı. İngiliz polis teşkilatından kimyacı Michael Grieve, o sıralar, kentteki Amerikan ordusunun kriminal laboratuvarında çalışmaktaydı. Londra’da kurduğuna benzer bir lif inceleme birimi oluşturması istenmişti. Ülkenin her köşesinde olduğu gibi, Frankfurt’ta da faşing çılgınlığı bütün hızıyla sürmekteydi. Amerikalı askerler, maskeli, rengarenk elbiseli Alman kızlarıyla sokaklarda dansetmenin tadını çıkarıyorlardı. Birkaç yumruklaşma, bir-iki trafik kazası gibi sıradan olaylara karışmaları dışında, baş ağrıtan bir vukuatları olmamıştı. 5 Şubat sabahı, üstü başı perişan iki kız, polise başvurup, iki Amerikan askerinin tecavüzüne uğradığını anlatıncaya kadar.
Kızlar, saldırganların kullandığı aracın plakasını hatırlamış, yüzlerini tarif edebilmiş, şüphelilerle karşılaştırıldığında onları tanımıştı ama, polisin elinde, suçlamaları reddeden iki askerin aleyhinde kullanabileceği tek bir kanıt yoktu.
Mayk, (bizler, Michael Grieve’ye hep Mayk diye seslendik), mermer tezgahının üzerine, kızların eşyalarını yayıyor, elinde büyüteç askerlerden kaynaklanan lif, kıl, saç gibi bir kalıntı arıyor; ardından herşeyi topluyor, tezgahı çamaşır sularıyla siliyor, bu kez askerlerin giysilerini yayıp, üzerlerinde kızlardan kaynaklanabilecek saç, kıl, lif arıyordu. Hedefi, “her temas bir iz bırakır” gerçeğinden yola çıkarak, bu insanların birbiriyle temas ettiğini kanıtlamaktı ama, boşuna. Askerlerin giysilerinde kızlara ait hiçbir kalıntı, kızların üzerinde de askerlere ait hiçbir kalıntı bulamıyordu.
“Şu parıldayan şeyler, bir işe yarar mı acaba?” diye geçirdi aklından. Kızların giysilerini, maske ve kolyelerini el feneriyle yandan aydınlattığında, ışıltılar saçan tanecikleri fark etmişti. Tek tük de olsa, benzeri parıltılara askerlerin üniformalarında da rastlıyordu. Seloteyp parçasıyla tanecikleri topladı, mikroskopun altına yerleştirdi, karşılaştırdı. Şekillerin rengi, eni, boyu, geometrisi, kenarlarının düzensizliği, kalınlığı, şeffaflığı birbirini tutuyordu. “Bir rastlantı olmalı” dedi içinden. “Piyasadaki tüm parıldayan cisimciklerin özelliği birbirine benzeyebilir. Askerlerin üzerine yapışıp kalan taneciklerin kaynağı bu kızların giysileri, takıları olmayabilir.” İzleyen günlerde piyasadan bir sürü parıltılı giysi, makyaj malzemesi ve takı satın aldı. Her birinin üzerinden seloteyple tanecik topladı, mikroskopta inceledi, tanecikler birbirinden farklıydı ve hiçbiri ne kızların, ne de askerlerin üzerindeki tutuyordu. Mayk, parıltıları delil olarak kullanan ilk kriminalist olarak
tarihe geçti.
20 yıl kadar sonra, Avrupa’nın kriminal laboratuvarlarının yöneticileri olarak bir araya geldik. Mesleğe katkıda bulunanları, üç yılda bir düzenlediğimiz kongrelerde onurlandırmaya karar verdik. İlk ödülü, 2000 yılında, Polonya’nın Krakow kentinde İngiliz fizikçi Ian Evett’e takdim ettik. İkincisini, 2003 yılında İstanbul’da Mayk’a verecektik. Ne yazık ki ödülünü, yıllarca birlikte çalıştığı arkadaşı, bir diğer lif inceleme uzmanı biyokimyacı Ken Wiggins’e teslim etmek zorunda kaldık. Mayk’ın mazeretini kabul etmemek mümkün değildi. Dünyanın en iyi lif inceleme uzmanı, 2002 Eylül’ünde aramızdan aniden ayrılmıştı.
ÇOCUKLARIN EV ÖDEVİ, BABAYI HAPSE GÖNDERDİ
Üniversite öğrencisi K.S., 23 Mart 1987 akşamı saat 20.45 sularında evinde ders çalışıyordu. Kitaplarından birini, spor salonundaki dolabında unuttuğunu fark etti. Birkaç kilometre ötedeki okuluna gitmek üzere sokağa çıktı, otomobiline bindi ve bir daha dönmedi.
Kızın otomobilini, sabaha karşı spor salonunun önünde buldular. Motoru hâlâ çalışıyordu. Bedenine ise, ancak ertesi gece 23.30’a doğru ulaştılar. Kasaba dışındaki anayolun yakınlarında, karın üzerinde yatıyordu. Gece yarısını az geçe olay yerine gelen Alaska polis teşkilatından memur Richard Smith, çevredeki ayakkabı ve otomobil lastiklerinin fotoğrafını çekti. Adli tıp uzmanı Dr. Michael T. Propst “23’ünü 24’üne bağlayan gece 2 sularında ölmüş olmalı” dedi. “Ölü morluklarına bakılırsa önce sırtüstü yatıyormuş, sonra bir yerden alınıp başka bir yere götürülmüş, yüzükoyun bırakılmış.”
“Cesedi önce ben gördüm” diye anlattı memur James McCann, “kardaki izlere göre başka bir yerde öldürülmüş, buraya atılmış olmalı. Onu bulduğumda vücudu hâlâ sıcaktı. Daha doğrusu, çevreye oranla sıcaktı. Kızın sol ayakkabısındaki parmakizini, ayrıca elbisesindeki parlayan tanecikleri ben farkettim.” Memur James McCann, parmakizinin veri tabanında bulunmayışına çok üzüldü. Parlayan taneciklerin delil olabileceğini ne duymuş, ne okumuştu, sadece içinden gelen sese kulak vermiş, çantasından çıkarttığı seloteybi üzerlerine bastırıvermiş, seloteybi de bir zarfa koyup üzerini imzalamıştı.
İki görgü tanığı, 23 Mart akşamı, Michael Alexander’ı spor salonu civarında gördüğünü söyledi. Okulun hemen yakınındaki marketin tezgahtarı olan adam, kendini savundu. “Gerçi oradaydım ama, kızı kaçıran ben değilim.” dedi. “Kolundan, bacağından çekiştiren birkaç kişinin kırmızı bir otomobile bindirip götürdüğünü gördüm. Sizi neden aramadığıma gelince, polisin zencilere nasıl davrandığı malum.”
Alexander, pek masum biri sayılmazdı. Çek sahteciliği, eroin satıcılığı, ırza geçme ve iki kez silahlı soygundan mahkum olmuş ve 8 yılını cezaevinde geçirmişti. O tarihte henüz DNA analizleri yapılmıyordu. Ölen kızın üzerindeki beş küçük kan damlasının grubu, Alexander’in kan grubunu tutuyordu, iç çamaşırına takılmış birkaç kıl, zanlının saçlarına; birkaç lif, zanlının otomobilinin döşeme kumaşına benziyordu. Otomobilinde bulunan saç telleri, kızın saçlarının mikroskobik özellikleri ile uyuşuyordu. Ancak bunların hiçbiri, mahkumiyete yeterli bulunmadı. Hepsi rastlantı olabilirdi. Benzerliği rastlantı olarak değerlendirilemeyen tek delil, FBI özel ajanı, polimer uzmanı ve malzeme birimi başkanı Robert Webb’den geldi. Çapraz sorgusunda “Memur James McCann’ın, ölenin elbiselerinden, ayrıca adli tıp uzmanı Dr. Michael T. Propst’un, bedenin üzerinden ve otopsi masasından seloteyple topladığı parlak cisimcikleri inceledim. Fiziksel ve
kimyasal özellikleri, zanlının otomobilinin arka koltuğu ve evindeki kanapenin
üzerinden aynı yöntemle toplananlarla örtüşüyor. Bu parlak taneciklerin kaynağını da saptadım. Çocuklarının elişi dersinde kullandıkları boya” dedi.
Michael Alexander, adam kaçırma ve kasten öldürmeden iki kez 99 yıla mahkum oldu. Kovboy çizmeleri, kareli gömleği, kendinden emin tavırları ve karizması ile jürileri her zaman etkilemiş olan Robert Webb, savunma avukatlarının zaten korkulu rüyasıydı. Alexander davası sayesinde, Yeni Dünya’nın pırıltılara dayalı ilk mahkumiyetinin de mimarı oldu.
Aradan 10 yıl geçti, bir ihbar üzerine Adalet Bakanlığı, FBI’ın üç ayrı biriminde çalışan ve üç bin kadar raporun altında imzası bulunan 13 uzman hakkında soruşturma başlattı. Aralarında Robert Webb de vardı. Bazıları idama dayanak oluşturmuş yüzlerce raporu tek tek incelendi, hiçbirinde hata bulunamadı.
BİR MUCİZE OLDU, MELEKLER OTOPSİ SALONUNDAYDI
“Yarım saat sonra evdeyim” demişti kız, 4 Temmuz 2001 gecesi. Sabaha karşı, 23 numaralı karayolundan geçmekte olan bir sürücü, yol kenarındaki kapıları açık, motoru hâlâ çalışmakta olan, içi kanlı otomobilini görünce polisi aramış, olay yerinde birkaç kovan ele geçmişti. Balistikçiler “AK-47, (nam-ı diğer Avtomat Kalaşnikova) kullanılmış” dediler.
20 yaşındaki üniversite öğrencisi Megan’ın aşırı çürümüş, yarı çıplak cesedi, bir ay sonra dere yatağında bulundu. Karnındaki kurşunu çıkartan adli patolog Dr. Ronald O’Halloran, “Saçında pırıltılar var. Stereomikroskobu masaya yaklaştırın, bana ince uçlu bir pens verin”dedi. Toz toprak içinde kalmış, rengi solmuş uzun teller arasından topladığı 10 adet taneciği, dikkatle küçük bir cam kaba yerleştirdi. Ağzını sıkıca kapattı ve otopsiyi izlemeye gelen polislere teslim etti.
Ventura kriminal laboratuvarında görevli bir uzman, gözünü mikroskoba dayar dayamaz “ben bunları daha önce gördüm” deyiverdi. “6 Temmuz günü hırsızlıktan tutuklanan marangoz vardı ya, hani aracının ön koltuğundan 15 tanecik toplanmıştı. Onların kenarında, tıpkı bunlar gibi, imalat hatasından kaynaklanan küçük çentikler vardı.”
Cam kaptaki on küçük pırıltı sayesinde, Megan Barroso’nun katili marangoz Vincent Sanchez bulunmakla kalmadı, faili meçhul 11 tecavüz de aydınlatıldı. Polisler marangozun evinde AK-47’nin yanısıra, çok sayıda video kaset ele geçirdiler. Kurbanlarının gözünü bağlayan, boğazına bıçak dayayan kar maskeli marangoz, eylemlerinden üçünün her dakikasını filme kaydetmişti. Vincent Sanchez, 5 Kasım 2003’te iğneyle idama mahkum oldu.
Günün birinde, melekler kenti Los Angeles’in 60 kilometre kadar kuzeyindeki Simi Vadisi’nde görevli bir polise rastlarsanız, “Vincent Sanchez nasıl yakalandı?” diye sorun. “Bir mucize oldu, melekler otopsi salonundaydı” diyecektir.
Paylaş