Uzun evin karanlığına alışmak biraz zaman almıştı. Duvar diplerine sıralanmış Çin porseleni fıçılar, rengarenk kaseler, ucu tüylü mızrakların hiçbiri ilgimi çekmiyordu.
Kurban Bayramı’nın üçüncü günüydü. Dünyanın üçüncü büyük adası Borneo’daydım. Yeni yıla Sarawak Nehri’nin kıyısında, karşı köyün ışıklarını seyrederek girmiştim. Şimdi, kafatası hevenkleri tavandan sarkıyordu ve neredeyse yirmi yıldır onlara dokunmayı bekliyordum.
Yağmur ormanının derinliklerinden gelen gong seslerine bakılırsa, nehrin yukarı kısımlarında oturanlardan biri ölmüştü. Altı gong, uzunca bir boşluk, sonra yine altı gong. Çok önemli biri değildi. Öyle olsaydı, sekiz gong çalınırdı. Kadın mı, erkek mi, neden ölmüş, nasıl ölmüş gidince anlaşılacaktı.
Erkekler balık ağlarını tamir etmeyi, kadınlar boyları büyüklüğündeki havanlarda pirinç ezmeyi bir yana bıraktılar, hediyelerini hazırladılar, kalanlarla vedalaştılar, bir adam genişliğindeki uzun kayıklarına üçer beşer doluştular. Durmaksızın yağan yağmurun altında, 15 bin çiçek, 3 bin ağaç, iki yüz küsur memeli hayvan ve dört yüzün üzerinde kuş türünün yaşadığı, ışık geçirmez ormanın içinden akan bir ırmaktan diğerine, ara ara tekrarlanan gong sesinin geldiği yöne doğru ve hep akıntıya karşı kürek çekerek yol aldılar. Cenaze töreni için bekleneceklerini biliyorlardı. Taze bir insan başı gelinceye dek yasın süreceğini de. Beyaz mihraceler henüz buralara hükmetmiyordu, Hıristiyan ya da Müslüman olmamışlardı ve adanın kuzeyindeki ormanlarda, canlı cansız her şeyin bir ruhu olduğuna inanarak yaşayan İban, Bidayuh, Kayan, Kenyah, Kelabit, Bedawan ve daha nice Sarawak kabilesi için kafatası avcılığı, cenaze törenlerinin ayrılmaz bir parçasıydı.
AYNI ÇATI ALTINDA TEK KÖY
Tama Langet’in babası zengin değildi. Güzel Kuta Jegan’ın ailesine yüklü bir para ödeyemedi. Bu nedenle Tama, suyun yukarı kısmında yaşayan pek çok erkek gibi, nesi var nesi yok geride bırakarak, karısının oturduğu ve kadınların hep birbirinin akrabası, erkeklerin ise birbirine yabancı olduğu, uzun eve taşındı. Nehre paralel olarak, ama sudan 100 metre kadar uzakta ve toprak kaymasından, nehir taşmasından ve vahşi hayvanlardan korunmak üzere, üç adam boyu yüksekliğinde ağaç gövdeleri üzerine inşa edilen, tek kapılı dar ve uzun ev, aynı çatı altında 32 aileyi barındırırdı.
Uzunlamasına ikiye bölünen evin, suya bakan yarısı, aslında bir köy meydanıydı. Üç bir tarafı açık terasta, kedi, köpek ve tavuklar dolaşır, sohbetler edilir, oyunlar oynanırdı. Evin yamaca bakan diğer yarısı ise, her bir ailenin yattığı ve yemeğini pişirdiği 32 eşit parçaya bölünmüştü. Kuta Jegan’lar, Bedawan’dı. En sağlam evleri onlar yapar, çeliğe su verir, kuru pirinç tarımını ve balıkçılığı iyi bilirlerdi, bu nedenle başka yerlere göçmeleri gerekmezdi ve yangın çıkmazsa eğer, kim bilir daha kaç kuşak bu uzun evde doğacak, burada ölecekti. Tıpkı Tama Langet’in sevgili karısı gibi.
VEREMLE BİRLİKTE KAYBOLANLAR
Kuta Jegan uzunca bir süredir öksürüyordu. Çok zayıflayıp halsiz düştüğünde, ortaklaşa kullanılan odanın bir yanına serilen hasırların üzerine yatırdılar. Böylelikle uzun evde oturanlar ya da uzaklardan misafirliğe gelenler, gece gündüz nöbetleşe yanı başında bağdaş kurup oturdular, hindistancevizi sütünde haşlanmış pirinci ve balığı yedirmeye çalıştılar. Yağmur ormanlarında yaşayanlar, ruhların öksüren bedenlerde fazla kalmadığını bilirdi. Nitekim uzun evde oturan biri kadın, ikisi erkek üç şamanın bütün çırpınışlarına rağmen, bir sabah dudaklarına yaklaştırdıkları boynuz gagalı kuşun tüyü hiç kımıldamadı.
Kuta Jegan veremdi. Veremden ölünmeyecek günler gelecekti elbette. Testereyle dozerler ormanlarına girdiğinde, ucu gözükmez ağaçlarının yerine margarin, dondurma, ruj, çikolata, bisküvi ve daha nice ürüne katılan yağ için palmiyeler dikildiğinde (ve bu sayede Malezya, dünya palm yağı ihtiyacının yarısını sağladığında), deli ırmaklarına gem vuran barajlar yapılıp her yer gölün suları altında kaldığında, verem yok olacaktı. Onunla birlikte uzun evleri, uzun mızrakları, uzun kayıkları, yüksek kütükler üzerindeki mezarları, ağır küpeler yüzünden omuzlara kadar uzayan kulak memeleri, zehirli okları ve sadece meyve, yaprak ve böcek yediğini bildikleri halde, sesinden bile çok korktukları yumuk gözlü, koca kollu, kızıl saçlı orangutanları da. Verem yok olduğunda, Sarawak yerlilerine ait ne varsa turistik bir atraksiyona dönüşecekti.
RUHLAR İÇİN TAZE İNSAN BAŞI
Suyun aşağı kısmından cenaze törenine katılmak üzere gelenlerin kayıkları uzun eve yaklaştığında, Kuta Jegan’ın cansız bedeni terasa taşınmış, üzerinde ne varsa çıkartılıp yakılmış, başı ve kollarını dışarıda bırakacak şekilde beyaz bir beze sarılmış ve ikisi önde, biri geride üç ayaklı ölü sandalyesine yarı yatar biçimde bağlanmıştı bile. Uzun tartışmalardan sonra kocası Tama Langet ve diğer erkek akrabaları, törenin dört gün sürmesine, cesedin yerleştirileceği tahta tabutun altıncı hasattan sonra açılmasına, çıkartılacak kemiklerin iyice temizlendikten sonra porselen fıçıya konmasına, böylelikle ikinci kez defnedilmesine karar verdiler. Hemen ardından, Tama Langet saçlarını kesti ve ölü sandalyesinin ayakucundaki küçük hasır kulübenin içine girdi. Tören bitinceye dek orada oturacak, kimseyle görüşmeyecekti.
Ev sahipleri ve misafirlerin toplamı 300 kişiyi bulmuştu. Dedelerin ve ataların ruhlarına edilen dualar, hüzün dolu şarkılar, inceli kalınlı gong sesleri eşliğindeki danslar, durmaksızın yenen yemekler, içilen pirinç şarabı, genç kadınlarla erkeklerin bir yandan çığlıklar atıp bir yandan birbirlerinin çıplak bedenlerine çamur sürüşleri, ara sıra ölen kadının ağzına tıkıştırılan bir parça pirinç, kollarına takılan bilezikler, saçlarına sıkıştırılan tüyler, boynu kesilip kanı etrafa saçılan tavuklar, ateşin üzerinde tütsülenen maymun gibi, kuşaklar boyunca her cenaze töreninde tekrarlanan davranışların nedeni, aralarında dolaşan iyi ruhları mutlu etmek, kötüleri korkutup kaçırmaktı. Ama hiçbiri, Kuta Jegan’ın ruhunu huzura kavuşturmaya yetmezdi. Çünkü şaman, kan akması gerektiğini söylemişti. Tavuk, yılan, domuz gibi basit yaratıkların kanı değil, insan kanı.
Bu nedenle ölünün yası, taze bir kafa gelinceye dek sürecekti. Sadece bu uzun evde değil, uzak yakın akrabalarının evlerinde de neşeli şarkılar söylenmeyecek, oyunlar oynanmayacak ve en önemlisi kimse evlenmeyecekti. Hal böyle olunca, en cesur, en becerikli, en deneyimli kafatası avcısının bulunup görevlendirilmesi şarttı.
BORNEO’DA DNA ANALİZLERİ
Borneo’da yoğun biçimde DNA analizleri yapılıyor. Bunların amacı ne babalık tayini ne de cinayet. Hedef, geçmişi aydınlatmak, buna dayanarak geleceği planlamak. Örneğin üç yıldır Kuzey Borneo’nun Sabah bölgesindeki orangutanların (orang = adam, utan = orman, Pongo pygmaeus) dışkılarındaki DNA’yı inceleyen Cardiff Üniversitesi’nden Prof. Michael Bruford, 2006 Ocak’ında 200 hayvana ait bulgularını PLoS Biology’de yayınladı.
Genetik veriler, 20. yüzyılın başında 315 bin dolayında olan sayılarının 13 bine düştüğünü ve ormanların tarım alanına dönüştürülmesi bu hızda sürerse, 10-15 yılda soylarının tamamen tükeneceğini gösteriyor. Daha önceleri, orman üzerinden helikopterle uçarak yuvalarının belirlenmesiyle yapılan orangutan sayımı, böylelikle tarihte ilk kez DNA düzeyinde gerçekleştirildi.
Birkaç yıl öncesine kadar, adadaki fillerin kökeninin Asya kıtası olduğu sanılıyor, korunmalarına gerek duyulmuyor ve kıta filleriyle çiftleştiriliyordu. ABD’nin Columbia Üniversitesi’nden Prithiviraj Fernando, bu varsayımın yanlış olduğunu, Borneo fillerinin genetik yapısının 300 bin yıl önce farklılaştığını ve gerek kıta, gerekse Sumatra fillerinden farklı bir tür olduklarını, dışkılarının mitokondriyal DNA analiziyle kanıtladı. Şimdi, Borneo filleri koruma altında.
Malezya Bilim, Teknoloji ve İnovasyon Bakanlığı’na bağlı Kuching Kimya Daire’sinden Zaliha Suadi ve arkadaşları, Sarawak’ta yaşayan İban, Bidayuh ve Melanau etnik gruplarının DNA özelliklerini Ocak 2007’de Journal of Forensic Sciences’ta yayınladılar ve bu sayede Borneo’nun geçmişini ve bölgedeki göç yollarını aydınlatmaya yönelik dev bir adım attılar.
Bu pazar günü, benden polisiye bir öykü bekleyen okuruma da anlatacaklarım var elbette. Geçen eylül ayında küçük Mohd Azuan Hatta’nın ortadan kayboluşu üzerine, ailesinin ısrarları doğrultusunda bomohlardan, yani günümüz şamanlarından destek alan Sarawak polisi, Sungai Bako Nehri’nde yüzen timsahlar arasından bomohların gösterdiklerini tek tek yakalayıp otopsisini yaptırdı. Altıncısının midesinden saç ve iç çamaşırı parçaları çıkınca, timsah katliamına son verildi. Saçların insana ait olduğunu belirleyen Kimya Dairesi, şimdilerde kesin kimliklendirme için DNA izole etmeye çalışıyor.
Kadınlar olmasa avcılar olmazdı
Kafatası avcısını, sıradan bir katil gibi görmek yanlış olur. Her ne kadar hırsızlık ya da intikam amacıyla kafa kesenler olsa da, ölünün ruhu için baş alanların Sarawak yerlileri arasında çok saygın bir yeri vardı. Onları, ellerinin üstüne bakarak tanıyabilirdiniz. Çünkü her erkek ve her kadın, gövdesinin her yerine dövme yaptırabilirdi ama, elin üzerine dövme yaptırabilmek için, bir baş getirmiş olmak şarttı.
Kızlar, bir kafatası avcısıyla evlenmek için can atar, evli kadınlar avcı kocalarıyla gurur duyar, birbirlerini kıskandırırdı. Çığlıklar, davul sesleri, şarkılar ve danslarla karşılanan kahraman, ganimetini kendi elleriyle tavandan sarkıtılan çubuğa tutturur, hemen altındaki odunları tutuşturur ve uzun evin verandasını bir boydan diğerine dolduran yüzlerce insan, derinin kavrulmasını, saçların tutuşmasını, etlerin düşmesini seyreder, yanık kokusunu içine çekerdi.
Uzun evin tavanına asılan kafataslarının sayısı ne denli çoksa, orada oturanlar o denli savaşçı, güçlü ve cesur bilinirdi. Ancak kadınların başını bu denli döndürmeseydi eğer, erkekler taze bir baş uğruna, bir pala, içinde uçları upas ağacı özsuyuna daldırılmış zehirli oklar bulunan bir bambu sadak ve onları üfleyecek uzun bir boruyla, aylar sürebilecek zorlu yolculuklara çıkmayabilirdi. Kafası kesilecek, yakın-uzak akraba olmayan birini bulmak pek kolay değildi çünkü. Zaman içinde gönüllü avcılık bitti ve bu işi meslek edinenler türedi.
Beyaz raca Sir James Brooke kafatası avcılığını yasakladığında, akraba olmayanların sayısı zaten çok azalmıştı ve kimi kimsesi olmayan, küçük kulübelerde tek başına yaşayan, göçebe Penan’lardan başka kurban bulunmaz olmuştu. İngilizler, uzun evlerdeki tüm kafataslarını topladılar, hepsine birer numara verdiler, cenazesi olanlara kiraladılar, yasağa rağmen avcılığı sürdüreni ve yakınlarını ağır biçimde cezalandırdılar, 20. yüzyıla girildiğinde Borneo’nun kuzeyindeki yağmur ormanlarında atalarının ruhu için insan kanı akıtanlar kalmamıştı.
HER ŞEY KADINLAR İÇİN
Yüz yıl önce Sarawaklı genç kızlar, sadece ellerinin üzerindeki dövmeden, erkeğin cesur bir kafatası avcısı olup olmadığını anlamakla yetinmezlerdi. Erkeğin ayak bileğindeki balık oltası dövmesi, onun iyi bir aşık olduğunun kesin kanıtıydı. Açık söylemek gerekirse, penisinde bir palang vardı. Daha küçük bir çocukken, onu ırmağın soğuk suyunda saatlerce tutan babası, uyuşan organının uç kısmında, keskin bir bambu iğne ile yatay bir oluk açarken, annesi bütün gücüyle onu yüreklendiren şarkılar söylemişti. Çalışırken ve yolculuklarda, yağlanmış bir kuş tüyü geçirerek kapanmasını engellediği bu oluğa, sevişirken iki milimetre çapında, dört santim uzunluğunda bakır, gümüş ya da altın bir çubuk, çubuğun her iki ucuna da birer küçük maden top takacaktı.
Yüz yıl öncesinin palang’larını, Kuching’teki Sarawak Müzesi’nde görmek mümkün. Erkekler, cam vitrin içindeki bu küçük çubukların ne işe yaradığına akıl erdiremediler, ne komiktir ki, haçlı seferlerine giderken kadınlara takılan bekaret kemeri gibi bir şey sandılar. Kadınlar ise hafifçe gülümsediler ve aralarında fısıldaştılar. Yağmur ormanlarına beyaz adamla birlikte gelen medeniyet, sadece töreleri değil, erkeklerin kadınları baştan çıkartmak için göze alabileceği sıkıntı ve acıları da alıp götürmüştü.