Baron ne iş yapıyordu? Hiç... Bütün gün uyuyup geceleri otururdu. ‘‘Peki, para nereden geliyor?’’ diye sorduğumda ‘‘Ailesinin kurduğu bir vakıftan her ay on milyon dolar gelir’’ dediler.
Rahmetli babam ikide bir bayılıyordu, neticede doktorlar her iki boyun damarının da tıkalı olduğuna karar verdiler ve bu ameliyat o zamanlar Türkiye'de yapılamadığı için dört kardeş birlik olduk, Houston'daki Methodist Hospital'daki Dr. Howell'a yaptırmaya karar verdik.
Tam ameliyata hazırlanrken babam zatürree oldu ve operasyonu on beş gün ertelemek mecburiyetinde kaldılar. Bunun üzerine Suna ve Rahmi ‘‘Biz Türkiye'ye dönüp işlerimize bakalım’’ diye Semoş'u, Doğan'ı ve beni Houston'da bırakıp memlekete döndüler.
Houston'da babamın bir arkadaşı vardı, vefat etmişti ama karısı Eleanor Searle Whitney McCollum ile dostluk devam ediyordu. Bayan McCollum babamın rahatsızlığını duyunca bizleri ziyarete geldi ve Houston Operası'nın kurucusu olduğu için de operaya davet etti. Kocam Doğan operaya gitmemek için özel hemşire olmasına rağmen babamı beklemeye talip oldu ve Semoş'la bana da operaya gitmek farz oldu.
Eleanor McCollum'un hayatını, Dr. De Bakey'in misafirhanesinde kalırken odada bulduğum 'Joy' isimli kitaptan okumuştum.
Ohio'ludur, Columbia Üniversitesi'nde şan dersleri almak üzere New York'a gider. Orada Cornelius Vanderbilt Whitney ile tanışıp evlenir. Hem Amerika'nın hem de Avrupa'nın jet-set'inin içinde yoğrulur. Birinci kocasından ayrıldıktan sonra ikinci kocası Mr. Leonard F. McCollum'la tanışır ve evlenirler. Birinci koca Amerika'nın en zengin ailesindendir, ikinci kocası da Texas'ta oldukça zengin sayılmaktadır. Hem petrol işiyle uğraşmaktadır, hem de Dallas dizisindeki gibi uçsuz bucaksız bir çiftliği vardır. Mrs. McCollum'u tanıdığımda bir hayli yaşlanmıştı ama hani derler ya ‘‘cami yıkılmış, mihrap yerinde kalmış’’, güzelliğini aynen muhafaza etmekteydi ve şahane yumuşak bir ses tonu vardı. Yardım derneklerinde çalışan, yumuşak başlı, fevkalade filantropik bir hanımdı. Soprano olduğu için tamamen özel olan Houston Operası'nın kurucusuydu ve operayı zenginleştirmek için canla başla çalışmaktaydı. Bizleri operaya davet emişti. Biz babamızın ameliyatı endişesi içindeydik ama bu nazik dostu da kırmamamız gerekiyordu. ‘‘Saat altı buçukta muhakkak operanın fuayesinde olun’’ diye tembih etti.
Semoş'la ben söyleniyorduk, bunlar operayı da erken başlatıyorlar diye, meğerse hanım bize akşam yemeği de ikram edecekmiş. Ben ilk defa operada yemek yiyordum. Mrs. McCollum'un kocası vardı ve locanın kapısının önüne bir yemek masası kurmuşlardı. On kişilik locayı dolduracak kadar misafir çağrılmıştı.
Misafirlerin hepsi ile tanıştırıldık ama aralarında acayip bir adam vardı, adı Baron Portonova idi. Saçı peruktu, incecik kaytan bıyıkları ise siyah kaş kalemiyle çizilmişti. Başlangıç ve ana yemek yendi, hemen önümüzdeki kapılar açılarak buyurun locaya denildi. Opera ‘‘Turandot’’ idi. Dekor ve sesler çok güzeldi, hayatımda ilk defa perdenin tepesinde İtalyanca söylenen operanın İngilizce yazılmışını görüyordum. Bütün láfları anladığım için daha da hoşuma gitmişti.
Birinci antraktta kahve ve tatlı ikram edildi, ikinci antraktta ise özel bir odaya geçilerek operanın azalarıyla birlikte şampanya içildi. Derken her güzel şey gibi opera da bitti ve tam evli evine köylü köyüne ayrılacakken Baron Portonova ortaya atıldı ve binbir ısrarla bizi evine supeye davet etti. ‘‘Elimle makarna yapacağım, lütfen gidip yiyelim’’ diyor. Biz de Doğan'a ‘‘Biz gelinceye kadar babamın yanında kal, sonra hep birlikte otele gideriz’’ demiştik. Bayan McCollum da ‘‘Gidelim, evini bir görün’’ deyince artık gitmek mecburiyetinde kaldık. Kapıda en uzunundan bir limuzin... Bizler ve diğer misafirler içine doluştuk ve Baron Portonova'nın evine gittik.
Ev, Houston'un Country Club'ına giden ana caddenin üzerinde en mutena mahalle olan River Oaks'da çok güzel bir evdi. Dışarıdan biraz kolonyal stilini andırmakla birlikte tam da kolonyal değildi. Kocaman demir kapılardan geçerek ana kapıya vardık. İçeri girince bir salondan geçerek arka bahçe olması gereken mekana geliyordunuz ama evin tam karşısında bir misafirhane vardı ve iki binanın üzeri camla kaplanmıştı, gene iki binanın arasında kocaman bir yüzme havuzu bulunmaktaydı. Bir kenara koltuk ve kanepe atılmıştı, bir kenara da yemek masası hazırlanmıştı.
Neyse biz hastaneye telefon edip Doğan'ı bulduk, ‘‘Sen otele git, biz daha geç geleceğiz’’ dedik ve rahatladık.
Baron Portonova ve karısı Sandra'nın isimlerini İstanbul'a geldikleri ve bazı meraklılar tarafından ağırlandıkları için duymuştum. Ama baronluğunun İtalya'dan satın alma olduğunu Houston'da öğrendim.
Karısı Sandra'nın Ermeni olduğu kulaklarımıza fısıldandı. Sandra o gece evde yoktu, zira Washington'a bir yardım balosuna gitmişti. Hemen oracıkta dedikodusu da yapıldı. Sandra'nn bütün işi gücü Baron'u eğlendirmekmiş. Arada sırada sıkılınca hayır işi diye gider, gençlerle gönlünü eğlendirip döner gelirmiş.
Peki Baron ne işi yapıyordu? Hiçbir iş... Bütün gün uyuyup geceleri otururdu. Zaten altı ay Houston'da oturur, geri kalan altı ayın büyük bir kısmını Londra'daki Claridge Oteli'nin bir dairesinde kendi eşyaları ve tablolarıyla geçirirmiş. Senenin küçük bir bölümünde de muhtelif yerlere seyahat edermiş. ‘‘Peki, para nereden geliyor?’’ diye sorduğumda ‘‘Ailesi zengin, kurdukları bir vakıftan her ay on milyon dolar gelir’’ dediler ama ben buna pek inanamadım.
Neyse, pişmiş makarna yemek masasının yanındaki servis masasına getirildi, bizim Baron kalemle çizilmiş kaytan bıyıklarıyla içine biraz votka attı ve bizler de İtalyan Baronu ya, onun memleketinin yerel yemeğini böylece yemiş olduk. Şarap en iyisindendi. Peçeteler camdan halkalara geçirilmişti ama halkaların içinde su olup üzerlerine ufacıcık bir vazo gibi açıklıktan taze çiçekler yerleştirilmişti. Evin evcil hayvanı, yavru boğaydı ve avludaki camdan kafesinde yemeğini hazmediyordu.
Karı-koca, maalesef, ben tanıdıktan sonra birbiri arkasından vefat ettiler. Kanser denilen illete yakalanmışlardı. Çocukları da yoktu.. Acaba vakıf onlardan arta kalan paraları ne yaptı, doğrusu merak ediyorum...