Dünya sanat pazarlarında, özellikle de İslam sanatının küçük pazarında kimlerin neler aldığı, nelerin pazarlandığı hep bilinir, herkes birbirini takip eder. Şayet gizli bir alıcı varsa merak uyandırır, senaryolar yazılır, tahminlerde bulunulur ve anlayacağınız epey eğlenceli olur.
Ben, bu pazarlardan oldukça uzak kaldım. Uzun zamandır Londra veyahut Paris'teki mezatlara gidememekteyim ve bu eğlence ile heyecandan epeyden beri mahrumum.
Sadberk Hanım Müzesi'ni kurduğum zaman dostum Dr. Selçuk Erez bana bir tavsiyede bulundu ve 'Müzenizin bir politikası olması lazım' dedi.
Bu öneriyi düşündüm taşındım; çok haklıydı. Derhal kararımı verdim ve İstanbul müzelerinde çok az bulunan 16. yüzyıl İznik kapkacaklarını toplamaya karar verdim. Londra ve Paris mezat salonlarında İznik eserlerine en büyük fiyatı ödeyen kişi olarak ismim gazetelere geçti.
KUVEYT’TE MÜZE AÇILIŞI
Biz mezatlardan sakin sakin İznik'leri satın alırken birdenbire salonlar şenlendi ve nadir eserleri kaça kaç toplamaya başlayan Kuveyt Şeyhi 'El Sabah' (bu mübareklerin hepsinin soyadı El Sabah'tır) karşımıza çıktı ve bütün güzel eserleri almaya başladı. Şeyh hiçbir zaman salonlarda görülmez, danışmanları, antikacılar veyahut da adına birileri telefonla katılarak şeyhin arttırdığını söylerlerdi.
O zaman öğrendik ki, Şeyh ülkesi Kuveyt'te bir müze kuracaktır! İslam sanatına dair en güzel eserleri toplamakta ve limitsiz fiyatlar ödemektedir. Bütün antikacılar adamın peşindedir, en güzel eserleri sunmaktadırlar. Gel zaman git zaman, Kuveyt'teki müzenin açılacağı haberi geldi ve müşterek dostlarımız sayesinde bizleri de açılışa davet ettiler.
1983 yılının şubat ayında açılan müzeye dünyada ne kadar İslam sanatı tarihçisi, antikacı, koleksiyoner, müze uzmanı ve sanat münekkidi varsa, hepsi davetliydi. Tüm davetlilerin yol parası ödendiği ve otellerde bilá ücret ağırlanacakları için katılım çok genişti. Son derece renkli bir açılıştı, zira herkes birbirini tanıyor veya tanıştırılıyordu. Birbirini beğenenler ve sevenler ile birbirinden nefret edenlerle çekemeyenler hepsi bir arada idi. Birisi yanımıza yanaşıp hatır sorduktan hemen sonra, arkasından künyesi sayılırdı. Akabinde komik hikayeler anlatılıyor, kim kime aşık, kimin kimle ilişkisi var, derhal dedikodusu da geliyordu.
Biz bu açılışta birbirinden ayrılmayan üç arkadaştık. Üçümüzün boyu aynı idi, birimiz İranlı, birimiz Yunanlı idi ve bir de bendenizdim... Yan yana, komşu ülkeleri temsil etmekteydik. Hálá çok iyi arkadaşız ve birbirimizi çok severiz. Maşallah hepimizin muhiti oldukça genişti ve davette bulunan herkesi tanıyorduk.
Kuveyt'te içki yasağı vardı. Otellerdeki diskoteklere giderseniz, portakal suyuyla dans ederdiniz. Misafirlerden aşağı yukarı herkes, hava meydanından bir şişe içkisini satın alarak yanında getirmiş ve herhalde misafir oldukları için gümrükte kimse ses çıkarmamıştı. Kokteyl saatinden iki saat evvel herkes odasının kapısını açıyor ve birbirini içkiye davet ediyordu. Bir otel koridoru düşünün ki yan yana bir sürü açık kapı var ve her odada bir sürü adamla kadın birbirlerine içki ikram ediyor. Otelin lobisinde kimseleri göremezdiniz ama bizlere ayrılan katlara çıktığınızda, davet var zannederdiniz. Yasak ya, içkiye çok düşkün olmayan benim bile canım içki çekmişti.
PRENSİN KROKODİL PABUÇLARI
Açılış iki gece, bir gün sürdü. Kuveyt'e vardığımız gece yapılan açılıştan sonra müzenin muazzam salonunda hep bir arada akşam yemeği yendi. Aşağı yukarı 5-600 kişi vardık. Hintliler, Japonlar; bazı Afrikalılar ve Araplar, hepsi milli kıyafetleri içinde salona ayrı bir renk katıyorlardı. Şeyh ve birkaç kişi açılış konuşmaları yaptılar ve tabii içkisiz akşam yemeği böylece sona erdi. Ekseriya sergi açılışlarında kalabalıktan pek bir şey görülmez. Yanınıza yanaşıp konuşmak isteyenler, eserler hakkında fikir yürütenler ve dedikodu yapanlar eserler karşısında konsantre olup takdir ve tetkikinizi engellerler ve dolayısıyla bir sonraki gün bir daha giderseniz eserleri ancak o zaman iyice etüt etmek imkanınız olur.
Ertesi sabah müzeyi gezdikten sonra Şeyh El Sabah'ın bekár erkek kardeşinin evine öğle yemeğine davetliydik. Müşterek bir dostumuzun güzel ve bekár bir kızı vardı, bütün dert kızla oğlanın tanışmasıydı ve her şey ona göre ayarlanmştı. Gene kalabalık bir misafir grubu ve istediğiniz kadar alkollü içki vardı, açık büfede kuş sütü eksik değildi. Damat adayı ev sahibimiz, tipik bir Araptı. Ellerimi yıkamak için prensin banyosuna daldım, mor köpüklü (jakuzi) banyo küveti ve diğer banyo takımları ile tam bir Arap zevkini yansıtan banyonun bir köşesindeki masanın üzerinde en büyük boyda, her markadan, istediğiniz bollukta erkek parfümü şişeleri yan yana asker gibi dizilmişlerdi. Banyodan uzunca bir koridora çıkıyordunuz. Bütün koridor boyunca prensin ayakkabıları çifter çifter duvar dibine sıralanmıştı. Ayakkabılara şöyle bir baktığınızda istediğiniz renkte (banyodaki mor renk dahil) krokodil deriden yapılmış papuçlar sıram sıram dizilmişti. Malum ya, Müslüman evlerine ayakkabıyla girilmez, ama nedense dolaba da koymak lüzumunu duymamışlardı. Prens bizi terlikleri ile ağırlıyordu.
O gün akşam Şeyh El-Sabah ve hanımı Şeyka Hassa'nın evlerinde özel bir davet vardı. Şeyh El-Sabah'ı fazla tanımak fırsatını elde edemedim ama Şeyka Hassa tanıdığım en zarif ve en hassas insanlardan biriydi.
ŞAMPANYANIN ADI ALTIN ÇORBA
Zaten koleksiyonu kocası yapmıştı ama sonradan koleksiyona sahip çıkan ve işin bilimsel tarafını idare eden, Şeyka Hassa'dı. Son derece akıllı, bilgili, doğurduğu altı çocuğa rağmen fevkalade aktif bir hanımdı. Şeyh El-Sabah'ın evi de bambaşka idi. Meşhur Mısırlı Mimar Hasan Fethi yapmıştı. Modern fakat tamamen Arap çizgilerinin hakim olduğu mimari hem ferahtı hem de gizemli bir havası vardı. Şeyka Hassa en güzel şifon kumaşlardan Arap kıyafeti ve 16 yüzyıl Moğol zümrütlü kolyesiyle çok zarif ve hoştu.
Arap felláhlar yerel giysileri içinde hizmet etmekte ve 'Golden soup' (altın çorba) diye etrafta dolaşmaktaydılar. Ben de 'Neymiş şu golden soup, bir de biz deneyelim' dedim, meğerse içki yasak olduğundan şampanyanın adını 'golden soup' yapmışlar. 'Golden soup'ları içtik, binbir gece masalları gibi iki gün geçirerek evlerimize döndük.
1991 senesinde Irak Kuveyt'i işgal ettiğinde maalesef bütün müzeyi ve Şeyh'in evini talan ettiler. Bu pazarlar küçük olduğundan, sonraki on sene zarfında bütün eserleri buldular ama maalesef müzelik mücevherlerin izine rastlayamadılar. Bu da o acımasız savaşın çirkin bir yanı...
KATAR ŞEYHİ’NİN MÜZESİ
Kuveyt Şeyhi koleksiyonunu tamamladı ve işi bitti. Ancak çok nadir bir eser buldukça ilave ediyor. 'Neyse, bundan kurtulduk' derken, mezat salonlarında, başka bir Şeyh daha çıktı karşıma. Bu seferki, Katar Şeyhi idi.
Paris'te bir müzayede yapılacaktı ve bugüne kadar adını sanını duymadığımız koleksiyoner bir tıp doktorunun mirasçıları koleksiyonu satışa koymuşlardı. Koleksiyonda, modelinin adı 'Şam işi' olan ve çok nadir bulunan bir İznik tabak vardı. Bende örneği olmayan bu tabağı alıp koleksiyonuma katmalıydım. Kendime göre kafamda bir de fiyat tespit ettim. Arttırma başladı, fiyat yukarı çıktıkça diğer artırmacılar yavaş yavaş çekildiler. Ama telefonda bir adam vardı ve ben arttırdıkça o da inadına arttırmaktaydı. Kafama koyduğum fiyatın, çoktan, çok üstüne çıkmıştım. Bir taraftan heyecan yaşamaktaydım, kalbim güm güm atmaktaydı, bir taraftan da 'Ben bu yükselttiğim fiyatı nasıl öderim?' diye düşünmekteydim. Baktım ki karşı tarafın pes edeceği yoktu, ben vazgeçtim. Limitsiz parası olan Katar Şeyhi’ne, bu tabak, oldukça pahalıya patlamıştı. Bu arada Katar Müzesi'ndeki İznik'ler için hazırlanan kataloğun yazarı da bu kitabı bana ithaf etmişti. Tabağı alamadık ama katalogda adım geçiyor.
Geçen hafta sonu Katar Müzesi açıldı. Kimseyi davet etmediler. Gidenlerden duyduğum kadarıyla açılış sönük geçmiş. Belki de Bush'un Irak'a girmeyi planlaması görkemli müze açılışına mani oldu, kim bilir? Katalog bana ithaf edildi ama bakalım Katar'a gidip kaçırdığım o tabağı tekrar görmek nasip olacak mı?