‘‘Akıl Oyunları’’(A Beautiful Mind) muhteşem bir film.
Son derece ağır bir ruh hastalığı geçirmekte olan bir dáhiyi anlatıyor film; bu kadar zor bir işin altından mükemmel kalkıyor.
Filmde anlatılanlar gerçek olaylardan kaynaklandığı için de etkilenme dereceniz katlanarak artıyor şüphesiz.
Mutlaka gidin bu filme ve 2 saatliğine de olsa gerçek yaşamdan koparak beyaz perdenin büyüsüne kaptırın kendinizi.
Büyük sinema eleştirmeni Pauline Kael, filmlerin ancak böylesine büyülere kapılmaya açık insanlar tarafından hakkı verilerek seyredilebileceğine inanırdı; siz de bu işi bilen insanın tavsiyesine uyun.
***
Filmin her anı beni etkiledi, ancak üniversiteyle ilgili bölümü özellikle çarpıcı geldi.
Gözlerimi sulandıran sahne ise filmin sonlarına doğruydu.
Profesör Nash'e Nobel adaylığı önerisi getirilecektir, ancak onun yıllardır süren hastalığından kurtulup kurtulmadığı konusunda şüpheler vardır.
Açıkçası kendisine ödül verildiği takdirde onun yine ‘‘delice’’ davranıp herkesi utandırmasından korkulmaktadır.
Nobel ödül kurulundan bir temsilci, onun durumunu araştırmak üzere üniversiteye gelir.
Profesör Nash hastalığını yenememiştir aslında, ama onunla birlikte yaşamayı öğrenmiştir. Yine hayaller görmektedir ama hayalleriyle gerçekliği beyin gücüyle karıştırmamaktadır artık.
Bir anlamda hayallerinin, paralel bir yaşamda kendi yaşamını fazla bozmadan yaşamalarını sağlamıştır.
Profesör Nash, Nobel kurulunun temsilcisinin gerçek niyetini hemen anlar gayet tabii ki.
Hálá ‘‘deli’’ olduğunu söyler hatta.
İşte o anda da muhteşem olay yaşanır.
Yıllar önce o şimdi profesör olduğu okula öğrenci olarak daha yeni başlamışken, tesadüfen şahit olduğu bir olay aynı mekánda aynen kendisine olur.
Yemek salonunda başka masalarda oturan diğer profesörler, tek tek masalarından kalkıp Nash ve Nobel temsilcisinin oturduğu masaya gelirler.
Ve ceplerinden çıkardıkları kalemlerini onun önüne bırakırlar.
Sevgili okurlar, bu bir insanın bilimsel düzeyine, akademisyenliğine, beynine duyulan büyük saygının ifade edilmesiymiş, bir gelenekmiş.
Düşünsenize, bilim adamları sırayla geliyorlar ve en içten duygularla size kalemlerini bırakarak yaşamınızın en büyük ödülünü veriyorlar.
Gözler nemlenmeden o sahneyi seyredebilmek imkánsızdı.
***
O sahneyi seyrettikten sonra tekrar karar verdim ki bizde maalesef gerçek anlamda üniversite yok.
Çok az sayıda evrensel niteliklere sahip bilim adamı var Türkiye'de.
Onlar da her gün mücadele ederek yaşamak zorundalar.
Güya meslektaşları olanlar onlara bırakınız kalemlerini filan bırakmayı, ilk fırsatta kalemle arkalarından yaralamak için fırsat beklerler.
Kıskançlık, ayak oyunu, dedikodu, üniversite öğretim üyeleri arasında olağanüstü yaygındır.
Aralarında bir tanesi yeni bir fikir denemeye kalksa, yeni bir makale yazsa, yurtdışında makale bastırmak için uğraşsa, hemen bir cephe ayağını kaydırmak için harekete geçer.
Gerçi yeni fikir üretenler, yurtdışında yazı yayınlayanlar pek azdır aralarında ama onlara bile tahammül etmezler.
Kendi aralarında bu durumda olan hocaların, öğrenciye de fazla bir şey verebilmeleri mümkün değildir gayet tabii ki. Bu yüzden de Türkiye'de üniversiteye giden öğrencilerin önemli bir bölümü, neredeyse liseden mezun oldukları düzeyin de altında olarak üniversite diploması alırlar.
Bir yanda meslektaşlarına duydukları saygı nedeniyle ona kalemini bırakan bilim adamları, bir yanda da bizim dedikoducular ve onlardan kaçmak için ne yapacağını şaşırmış olan azınlıktaki gerçek bilim adamlarımızın çaresizliği.
Karşılaştırın iki tabloyu, trajediyi net olarak görün.