Paylaş
GEÇEN gün öğle saatlerinde kendi bireysel tarihimi yakın incelemeye aldım.
Ve sonunda karar verdim ki evet, tarih bir tekerrürden ibaretmiş gerçekten de.
Yani öyle ilerleme filan olmuyor hayatta. Kısırdöngü içinde dönüp dolaşıp aynı yere geliyorsunuz hep.
Örneğin alın beni. Son yıllarda günümün hemen tamamı okumakla geçiyor. İnternete gün boyu bağlantılı kalıyorum neredeyse. Bir okuma listem var, bunu tamamlamak zorundayım her gün. Okuyorum, okuyorum, okuyorum sonra dinlenme vakti geliyor.
Erotik dünya da bir ‘‘tık’’ ötede. Biraz oraya, biraz şuraya takılıyorum bir süre. (Hangi sitelere girdiğimi maalesef yazamıyorum; çünkü bunların adı bile siz sevgili okuyucularımın terbiyesini bozmaya yetebilir. Üstelik yıkıcı unsurların bütün gayretlerine rağmen bu gazete hálá bir ‘‘aile’’ gazetesi. Bu benim hoşuma gitmiyor gayet tabii ki, ama hayatın bir gerçeği bu ve aile gazetesinde de porno sitesi tavsiye edecek halimiz yok herhalde değil mi ama.)
Sonra tekrar ciddi konulara dönüyorum, saatler sürecek okumalar tekrar başlıyor.
***
Tarih neden tekerrürden ibarettir dediğime gelince...
30 yıl önce de durumum aynen böyleydi.
Aslında kütüphane ile internet arasındaki müthiş benzerliği de bu bağlantı sayesinde keşfetmiş durumdayım, bunu da bilin.
New York'ta üniversitede okurken en büyük keyfim okulun kütüphanesinde kitap okumaktı.
Okuma bölümleri son derece ilginçti kütüphanenin. Adeta benim gibi voyerist fetişistleri (Türkçesi: Uzaktan izlemekten hoşlanan cinsel sapıklar) düşünerek yapmışlardı iç dekorasyonu.
Dörtlü bölümlerden oluşuyordu okuma yerleri ve siz akıllı bir plan ve stratejik manevra yapmayı başarırsanız, mini etek giymiş bir bayanın yanındaki bölüme düşebilirdiniz.
Bende aptal şansı olmalı; çünkü böylesine stratejik bir yerleşmeyi başarma oranım neredeyse yüzde 99'du.
Sonuçta yarım saat okuyup, on dakika fantastik hayaller kurabilme imkánınız oluyordu. Üstelik alt tarafını yakın izlemeye aldığınız bayan sizi o anda kitaba gömülmüş zannetiği için de azarlanmak ve tokat yemek riski de minimuma inmiş oluyordu.
***
Gördünüz değil mi yaşamımdaki tutarlılığı. Orada da erotizm bir ‘‘tık’’ ötedeydi aslında.
Tek fark, o zamanlar genç olduğumdan her yarım saatte bir mola veriyordum. Şimdi üç, hatta dört saatte bir mola versem bile bana yetip de artıyor bile.
Aslında bu yazı hiç de planlandığı gibi gitmiyor, bilmem bunun farkında mısınız?
Ben bu memlekette doğru dürüst kütüphane olmamasının ne kadar da feci bir şey olduğunu düşünmeye başladım son günlerde.
Bu konuya takmam Saul Bellow nedeniyle oldu. Bakın büyük yazar, kendi gençliğinin kütüphanesini nasıl anlatıyor:
‘‘Kuzey Caddesi üzerinde yer alan kütüphane, insana bir kilise veya bir okul gibi kendinizi önemli hissettiğiniz bir ortam sunuyordu. Kitapların hepsi kahverengi bir ciltle kaplanmıştı. Sayfalar çorba veya kakao veya ketçap veya gözyaşı veya burundan damlayan kanlarla lekelenmişti ve aynı zamanda o kitabı her okuyanın sayfa yanlarına yazdığı notlar vardı, çok sayıda notlar. Okuyucular yazarı ya lanetliyorlar ya da övüyorlardı ve diğer okuyucuların almış olduğu notlara da sayfa kenarından cevaplar yazıyorlardı. Böylece birçok kendini peygamber ilan eden, kendilerini şair olarak gören, vatansever olan, yıkıcı olan, filozof olan veya mahallenin Rus tarihi veya Amerikan iç savaşı hakkında uzmanlaşmış amatör tarihçisiyle de bu sayfalarda tanışma imkánını buluyordunuz. Bu notları iyi okuyan bir insan memlekette demokrasinin durumu hakkında son derece iyi bir fikir sahibi olabilirdi. Ha, arada bir de son derece tuhaf ve özgün fikirler de okurdunuz bu sayfa notlarında ve bunlar hemen her zaman bir büyük aklın, bir büyük tutkunun veya bir deliliğin ürünü olurlardı.’’
İşte böyle anlatıyor Saul Bellow, Chicago'daki kütüphaneyi.
Türkiye'de kütüphane yok. Olanlar da yarı açık cezaevi gibi çalışıyor, kitapları seçmeden önce görmek bile yasak neredeyse.
Üstüne üstlük şimdi yeni teknolojiler de gelişiyor. Mikrofilme alacaklarmış her şeyi. Düşünsenize kitap okurken o cildi, sayfaları hissedemeyeceksiniz elinizde. Lanet olsun bu icada.
Yazıya bu nedenle başladım, aniden başka yöne gidiverdi bir süre.
Bu memlekette kütüphanelere ihtiyacımız var. Zengin insanlar hayır işi yapacakları zaman böyle bir yatırım yapsalar hiç olmazsa ben onlara hayat boyu müteşekkir kalırım.
Ha bir de okuma bölümlerini aynen bizim New York'ta fakültedeki gibi yapsınlar gayet tabii ki.Bilmem anlatabiliyor muyum?
Paylaş