Paylaş
Sıfır yağlı süt bence içine tebeşir tozu katılmış terkos suyudur.
Bir kalorili, diyet şekerli, kafeinsiz kola da benzin istasyonlarında arabanın lastiğini şişirmek için kullanılan hava gibidir.
Üzerinde tereyağ bulunmayan risotto ise sadece bir lapadır. Üstelik bu tür lapayı cezaevinde bile vermezler insana.
Alkolsüz şarap insan onuruna aykırı bir kavramdır. Buna üzüm suyu denilse ne fark edecek, bunun cevabı da meçhuldür.
***
Bu tür kavramları hep Amerikalılar ortaya çıkardı.
1970'li yıllar boyunca hep Amerika'daydım.
O dönemde ‘sağlıklı yaşam’ kavramıyla anlatılmak istenen şey Manhattan'da yürürken ölmemeyi başarmaktı. Bunu başaran insanlara günün sonunda sağlıklı olarak bakılırdı.
O günlerde bir büyük votkanın altında içenlerin arkasından ‘Acaba sıhhatinde bir mesele mi var, baksanıza zavallıcık sağlığına dikkat ediyor’ diye konuşulurdu.
Yine o günlerde diyet yapan insanlar kategorisi de farklı yorumlanmıştı. Sadece şarap ve marihuana ile yetinenler ‘diyette’ olarak algılanırlardı.
O dönemde kapalı spor salonu da yoktu. Aslında vardı ama oraları amaçlarının çok dışında kullanılırlardı. Açıkça söylemek gerekirse onlar soyunma odalarında ve havuzlarında seks yapılan halka açık genelevlerdi.
Kimse spor yapmazdı, çünkü hemen her gün sizi öldürmek veya paranızı zor kullanarak çalmak isteyen insanlardan koşarak kaçmak zorunda kaldığınızdan gün içinde doğal ortamda sporunuzu zaten yapmış olarak evinize gelirdiniz.
***
Sonra ne olduysa birden sağlıklı yaşam takıntısı başladı.
Üç sene içinde oldu her şey.
Ben bıraktığımda sigara paylaşılarak içilmesi gereken bir şeydi. Üç yıl sonra döndüğümde sokakta sigara içildiğinde kanser olduğunu iddia eden adamlar türemişti etrafta. İşte o tipler sıfır yağlı sütü de tüketmeye başladılar.
Ve böylece Amerika'nın damarlarının yağlardan ve daha başka kötü maddelerden temizlenmesi operasyonu da başladı. Operasyonun sona ereceği de yok, öyle gözüküyor.
***
Gerçi sıhhatli yemek trendine karşı duran akımlar da vardı uzun zamandır.
Örneğin alın Meksika lokantalarını.
Şimdi ben birkaç gün öncesine kadar Meksika yemeklerinin Amerikalılar'ın anladığı biçimde sağlıklı olmasının imkánsız olduğunu düşünürdüm.
Yemeklerinin kokusunun bile insanın kolestrolünü yükseltebildiği dünyadaki tek muftaktır Meksika mutfağı.
Etlerin koyunun en yağlı kesiminden kesilmesine özel dikkat gösterilir. Bu da yetmez yağlı soslar boca edilir yemeğin içine. Lavaşa sarılmış etli bir karışımın, bir burrito'nun tadına doyum olmaz. Bunu yerken ‘Tanrım öleceksem öleyim ama ne olur benim canımı bu güzel şeyi yerken al da hatıralarım güzelken gideyim bari öte dünyaya’ diye düşünürsünüz elinizde olmadan.
***
Bunlar direniyordu sözde ‘sağlık fetişistlerine’ karşı.
Yaşamayı sürdürme umudumu bunlar sürekli kılıyordu.
Son gelen haberle yıkıldım.
Yeni bir burrito çıkarmışlar piyasaya.
Vejateryen burrito. Adı da dilberitos.
Aslında burritonun vejateryeni bile aşağılanması gereken absürd bir kavram ama mesele sadece orada kalsa niyeti az çok anlayabilecektim.
Yani Amerika vejateryen hamburger gibi insanı psikolojik bunalım sonunda intihara sürükleyebilecek bir kavramı da yaratmıştır, bunu da unutmayalım lütfen.
Ama bu vejateryen burrito'da iş o noktada bitmiyor.
Şu vitamin hapları var ya, hani insan vücudunun bir günde ihtiyacı olduğu saptanan 23 vitamin ve mineralin tek dozajda toplandığı.
Bu burrito'ların üstüne de bu 23 adet vitamin ve minerali toz halinde serpiyorlarmış.
Böylece bunu yiyen kişi hem vejateryen burritosunu yerken fazla kalori almadan doyacak, hem de günlelik vitamin ihtiyacının tümünü karşılayacakmış.
***
Bunu okuduktan sonra çok hüzünlendim.
Bir süre de ağladım sessizce.
İnsanlığın geldiği aşama felaketti bence. Böyle bir şeyi dünyada kim zevk alarak yiyebilir ki diye düşündüm.
Yani böyle bir şeyi kim kendine yapabilir sağlıklı olmak uğruna, buna kafa yordum.
Birden aklıma geldi.
Bu burrito'yu özel olarak sadece Ertuğrul Özkök'ü -ki kendisi son 100 yılın en seksi erkekleri listesine 11'inci sıradan hem de Antonio Banderas'tan bile ön sırada girmeyi başarmış kişidir- düşünerek üretmiş olmalıydılar.
Türkiye işte böyledir.
Dünyayı en azından bir 20 sene arkadan izler bizim ülke ama bir de alacağını aldığında işi abartır.
Genel Yayın Yönetmeni de şu aralar sağlığına takmış durumda.
Öyle bir takmak ki sürekli diyette olan mankenler onun yemek diye yediği şeyleri görünce ‘Aman Tanrım, sadece bunlarla nasıl yaşıyorsunuz’ diye haykırıyorlar.
Öyle ki Genel Yayın Yönetmeni vitaminli vejateryen burrito'yu yediğinde ‘Hımmmm hım ne kadar da lezzetli, yemin ediyorum bir pirzolayı bile buna değişmem’ diyecek kadar kendinden geçmiş, tuhaflaşmış halde.
Onun için üzülüyoruz ama elimizden bir şey gelmiyor, sadece izlemekle yetiniyoruz.
Korkum şu: Bir gün gına gelecek ve muhakkak tekrar yemeye başlayacak. O zaman bize pizza yemeye gelirse yandım ki ne yandım.
Paylaş