Paylaş
SABAHA karşı aniden ter içinde uyandım. Sırılsıklam olmuştu tişörtüm. Nefes almakta zorluk çekiyordum.
Nabzım siz deyin 150, ben diyeyim 200, öyle atıyordu.
Ekstrasistol de vardı gayet tabii ki.
Berbat bir kábus görmüştüm.
Rüyamda güya Ahmet Necdet Sezer'in (a.k.a Chauncey Gardener) başyaveri ben olmuşum.
Düşünebiliyor musunuz, aynen onun gibi davranmak zorunda kalıyorum her zaman.
Tutumlu olmuşum.
Başyaver olarak en belirgin işim, Köşk'teki odalarda gereksiz ışık yanmasını engellemek.
Azar işitmeyeyim diye oradan oraya durmadan koşup, kullanılmayan elektrikleri kapıyorum.
Rüya sadece bu kadarla kalsa yine de iyi, o kadar büyük panik atağı geçirmezdim.
Ama üstüne üstlük ben de mütevazı olmak zorunda kalmışım.
Düşünebiliyor musunuz sayın okurlarım, hep mütevazıyım hayatın her anında.
Halkın yaşadığı gibi yaşamaya çalışıyorum durmadan. Kendimde olabilecek yetenekleri filan da hep saklamaya çalışıyorum ki başkaları üzülmesin.
İşte o noktada koptum ve büyük bir krizle uyandım.
Bu Chauncey Gardener beni çok üzecek, bunun farkındayım. Daha da altı yıl 361 gün var bu işin bitmesine yahu...
* * *
Bu Hürriyet Gazetesi üst yönetimine kendimi hiç anlatamıyorum.
Yıllardır bu böyle.
Rahatça denilebilir ki, bu üst yönetim ile benim aramda son derece antagonistik bir diyalektik ilişki yaşanmakta.
Aramızda bir komünikasyon eksikliği ve hatta kopukluğu var.
Üst düzey yöneticilerin en üst düzeyi olan Genel Yayın Yönetmeni'nden kaynaklanıyor bu sorunun temeli, bunu da biliyorum.
Yani o birazcık bile olsa başka insanları dinlemeye başlasa, belki diğer üst yöneticiler de farklı davranmaya başlar, bilemiyorum artık.
Ama onunla her konuşmaya başladığınızda, sanki iki kulağını da tıkamış ve içinden bağırarak James Brown'un Hot Pants şarkısını söylemeye başlamış gibi bir hisse kapılıyorsunuz.
Çünkü suratında, sizin orada olup konuşmakta olduğunuzu fark ettiğine dair herhangi bir yaşam belirtisi hiç olmuyor.
Şunu bilmenizi istiyorum.
HÜRRİYET ÜST YÖNETİMİ İLE ARA-MIZDAKİ KOMÜNİKASYON EKSİKLİĞİNİ KALICI BİR ŞEKİLDE ÇÖZMEYE KARARLIYIM.
Büst filan değil, baştan aşağıya çırılçıplak bir fotoğrafımı çektirdim.
Öyle belden yukarı fotoğraf beni kesmez, kendimi illa da bu yolla ifade edeceksem sonuna kadar giderim işin, bilmem anlatabiliyor muyum?
Bu çıplak boy fotoğrafımı çoğalttım, bütün üst düzey yöneticilere yarından itibaren göndermeye başlıyorum.
Eminim ki, bundan sonra onlar beni çok daha iyi anlamaya başlayacaklar.
* * *
Rana'nın iddiasına göre, ben gece kalkıp buzdolabından gizlice yemek yiyormuşum.
‘‘Basri Sendromu’’ diyor buna.
Kabul etmiyorum bu suçlamasını katiyen.
Bu konularda bende büyük tecrübe vardır. Bir anlamda kocalık doktoram var bile diyebilirsiniz.
Böyle bir suçlamayla karşılaşınca kesin olarak reddedeceksiniz. Burada önemli olan nokta ise şu:
Reddederken inandırıcılığınızı koruyabilmeniz için hikáyenizin de mantıki ve iç tutarlılığı tam olan bir içeriğe sahip olması gerekir.
Ben böyle bir hikáye buldum, artık içim rahatladı.
Öyle ki, geçen gün Rana misafirden arta kalan pastaya birtakım işaretler koymuş, öyle yatmış.
Ben tabii aynen gecenin bir saatinde kafamı buzdolabına soktum. Dışarı çıktığımda pasta hemen hemen yok olmuştu.
Sabah bana suçlamayı yönelttiği zaman, yine aynı iç tutarlılığı olan, rasyonel olan savunmamı yaptım.
‘‘Vallahi ben yemedim. İranlı ajanlar gizlice gelip yemiştir. Bu adamlar da çok oldu artık’’ dedim.
Tuhaf bir şey ama, yıllardır adına susma denilen insani olayı her şart altında dahi reddetmiş olan Rana bile bu argümanın karşısınde hemen sessizleşiveriyor.
Bir tür şok bu bence, ama neyse ne; güzel bir sonuca varıyorsa neden öyle davrandığını filan araştırıp da kendimi riske atayım, değil mi ama?..
Haydi bana baş baş...
Paylaş