Paylaş
Yazıyla, okumayla geçen günlerimde doğal olarak ‘‘yazarlık’’ mesleği üzerine de düşünüyorum.
‘‘İyi yazar’’ nasıl olunur? Bu, yazı işiyle uğraşan insanın hiç bitip tükenmeden kendisine sorması gereken bir soru bence.
Cevap bulunur veya bulunmaz, ya da bulunduğu sanılan cevap belki yanlıştır. Bunlar ayrı konu.
Ancak mesleğe ve okuyucuya saygı, sorunun cevabının araştırılmasının mecburen sürekli olmasını gerektiriyor.
***
İyi bir okuyucu, bu soruyu kendisine katiyen sormayı gerek duymayan yazarı, ortaya çıkardığı üründen hemen tanır.
Kendini belli eder bu tür yazarlar.
Kendini sorgulayan yazar da hemen kendini belli eder. Onun o anda çok iyi bir yazar da olması gerekmez. Önemli olan ‘‘arayıştır’’. Dilde, üslupta, ele alınan konuya yaklaşımda, kelimelerle ve veri kabul edilen yazı normlarıyla oynamadaki cesaret, ancak bu arayışa girmeyi zorunlu hisseden yazarda ortaya çıkar.
***
‘‘İyi yazar’’ kavramını bazı insanlar, yazarın ele aldığı konuya göre tanımlarlar.
Bazılarına göre ise bir yazarın ‘‘iyi’’ olması, onun hayata karşı aldığı tavırla belirlenir.
Örneğin, yazarın siyasi tavrı olumluysa o iyi yazardır kimilerine göre.
Ben artık bu iki tavra da sıcak bakmıyorum.
Bence önemli olan, yazarın tavrı ne olursa olsun, hangi konuyu seçerse seçsin, ele aldığı meseleyi değişik bir üslupla, okuyucunun beynini gıdıklayacak ustalıkla, kelimelerle ve veri kabul edilen normlarla oynamaktan korkmayarak yazmayı başarmasıdır.
Yani anlayacağınız, bence siyasi tavrı dört dörtlük olan bir yazar, yazar olarak bir ‘‘hiç’’ olabilir, öte yandan bana küfreden ama bunu güzel yapan bir yazar da ‘‘iyi yazar’’dır.
Özet olarak tavrım bu...
***
Önceki akşam Cine-5'te ‘‘Pleasentville’’ adlı muhteşem filmi seyrederken aklıma geldi bu yazıyı yazmak.
Sadece yazarlıkta değil, her meslek dalında geçerli yukarıda koyduğum ‘‘iyi’’ ile ‘‘kötü’’ ayrımı kriteri.
‘‘Pleasentville’’, bugüne kadar seyretmiş olduğum bir filmde, modern yaşamın içi boş olan yanlarına, popüler kültüre, insanı boğan muhafazakár geleneklere indirilmiş en büyük darbeydi.
Usta direktör, siyah-beyaz filmden yavaş yavaş renkliye geçerken siyah-beyaz ile rengi öylesine bir ustalıkla kullanıyor ki, iki zıt görüntü her defasında başlı başına bir sosyal eleştiri olarak insana çarpıyor.
Beni en çok etkileyen sahnelerden bir tanesi de, çocuğun annesinin renklenmeye başlamasıydı.
Evdeki koca ve misafirleri siyah beyaz, kadın renklenmiş. Ama içeride saklanıyor.
Neden saklandığını soran çocuğuna ‘‘Bu şekilde dışarıya çıkamam’’ diyor.
Oğlan onu mutlu etmek için makyaj yapmaya başlıyor ve evet doğru tahmin ettiniz, kadını makyajla tekrar siyah-beyaz hale getiriyor.
Moda kavramına, yaşamın tekdüzeliğine, sistemin insanları ortalama hale getirmek için koyduğu kurallara, aşırılıkları törpüleyen popüler kültüre film tarihinde bunun gibi indirilen sert bir darbeyi ben hatırlamıyorum.
‘‘Pleasentville’’ kalbime bıçak gibi saplandı, fırsat bulursanız tekrarında mutlaka izleyin.
***
Bazı romancılar da bunu yapar insana.
Yüzlerce roman okursunuz, ancak arada bir tanesi öyle oynar ki her şeyle siz de dengenizi kaybedersiniz.
Diğer meslek dallarında da bu böyledir.
Önemli olan cesur olmak, normları zorlamak, veri kabul edilen şeylerin üstüne gitmek.
Yenilikten korkmamak... Durmadan okumak, öğrenmek, çalışmak, sonra da bunları kendi mesleğinize aktarmak...
Şimdi diyeceklerim belki bazılarına garip gelecek ama, bunu herkesin kendisi için, kendi mesleği için söylemesini de isterim.
Yıllar önce bu köşeye ‘‘Renkler’’ adını koyarken amacım buydu. Yazıda bir şeyler yapmak, mesleğin hakkını vermek.
Bunu söylerken övünme filan da değil amacım, çünkü başarılı olduğum iddiasında değilim.
Ama dediğim gibi, önemli olan süreç.
Arayış... O arayışın, sürecin içinde hissediyorum kendimi ve mutluyum.
‘‘Pleasentville’’ de mutlu etti beni, her gün bu köşeye yazdığım yazılar da aynen mutlu ediyor.
Paylaş