Paylaş
Kendimle polemik
Ben çok üzgünüm. Etrafta çok sayıda yeteneksiz yazar var ve ben ne yazık ki zaman zaman bunlarla muhatap olmak zorunda kalıyorum. Trajik bir olay bu; çünkü o zaman onların yazdıklarına göz atmak gibi bir mecburiyet de doğuyor.
BEN zaman zaman uzun yürüyüşler yaparım.
Kış günü yağmur çamur her yer tabii, ama bu ádeti hiç aksatmam.
Malum bizim sokak parkeleri biraz tuhaftırlar. Bunları yerine koyduktan en fazla bir hafta içinde taşlar yerinden oynar.
Kuru günlerde bu sorun değil tabii. Ancak yağmur yağınca yandınız.
Çamurlu su, bu taşların altında birikir.
Sinsice beklerler orada. Birisi üzerime bassa da sıçrayıversem diye hazır beklerler.
Bastınız mı da ‘‘fışştt’’ pantolon bir anda batar. Bizim Türkiye'ye özgü abuk bir sıkıntıdır bu.
Bir an sinirlenirsiniz, sonra kuruyunca da çamuru elinizle şöyle sertçe bir fiskelediniz mi olur biter, sorun kalmaz.
* * *
Geçen hafta bu olayın zihinsel düzeyde aynısı başıma geldi.
Bir şeyler yazıp, bir şeyleri sakin tartışmaya çalışırken farkına varmadan üzerine basıverdiğim insanlardan çamurlar fışkırmaya başladı.
Anlık bir sıkıntı tabii, yine bir fiske atıp çamurdan kurtuldum da...
Bir şey yine de üzdü beni. Aslında ben farkındayım ama siz de farkında mısınız bilmiyorum: Bizim memlekette çok sayıda yeteneksiz gazete yazarı var.
Yani bir konuyu doğru dürüst tartışamamalarını tabii ki anlıyorum. Çoğu kara cahil, ama hava basmayı bildikleri için insanları da kandırabiliyorlar.
Ama ben en azından bu kara cahillerin bir insana hakaret yazısı yazarken olsun biraz zeká parıltısı göstermelerini beklerdim.
Yok, yine yok. Ne yapacaksınız, vermeyen Allah vermiyor işte...
Dolayısıyla onların bütün gayretleriyle uğraşıp yapamadıkları işi bugün ben yapacağım ve belki birkaç ipucu alırlar da bir şeyler öğrenip gelişirler diye kendi kendime hakaret eden bir yazı yazacağım.
Aşağıda, Yılmaz Güney'den yola çıkarak sosyalizm konusunu tartışmama kızan bir Türk lümpen demokratının benim aleyhime yazabileceği prototip hakaret yazısını okuyacaksınız.
Sözü ona bırakıyorum.
* * *
‘‘Beyni de vücudu gibi eciş büçüş olan entelektüel/fiziksel cüce, kafasının basmadığı bir konuda yazılar yazmaya çalışıyor.
Meşhur bevliyecilere taş çıkartacak kadar penis uzmanı olan bu kişi, hangi vakit sosyalizm uzmanı olmaya geçiş yaptı, bunu bilemem.
Ancak geçiş sürecinde beyninin hálá daha eski uzmanlık alanı olan uzvunda kaldığı da belli; çünkü sosyalizmle ilgili hangi el kitabını ilk kez okuduysa maalesef onu da tam anlayamamış.
Pardon düzeltme yapıyorum ‘okumak' dedim ya bir önceki cümlede bunu geri alıyorum.
Çünkü ‘okumak' eylemi insani evrim sürecinde son aşamaya gelmiş insanlara özgü bir faaliyettir.
Adı geçen organik varlık, bu evrim sürecinin henüz ortalarında. Zihinsel faaliyeti sadece ‘duymak' eylemiyle sınırlı kalmış.
Onun için bu kısa el kitabını ona ya karısı okumuştur, ya da durmadan Türk kaşığıyla bokunu yemekte olduğu Amerika'dan getirttiği sesli kitabı teypten dinlemiştir.
Karısının sözünü can kulağıyla dinliyor, sadece bu konuda yazdığı için artık bunu biliyoruz.
Pavlov'un deneylerindeki gibi. Rana çağırıyor, o gidiyor. Rana git diyor, bu gidiyor. Kalk diyor kalkıyor, falan filan...
O nedenle kitabı kesinlikle teypten dinlemiş olmalı; çünkü -ben buna hiç şaşırmadım ama- dinlediğini de anlamamış.
* * *
İşin acıklı yanı, bu organizma kendisinin de bir zamanlar solcu olduğunu söylüyor hiç durmadan.
İşte Türkiye'de sol neden çöktü diye kafa yormaya artık hiç gerek yok. Neden apaçık ortada.
Bu tür insanı kabul edebilen bir hareketin, sağlam şekilde ayakta durabilmesi gayet tabii ki imkánsız.
Benim bildiğim solcular ciddi insanlardır, sordum soruşturdum, vaktiyle bunu neden aranıza aldınız, dedim.
O zamanlar çok stresliydik, her gün üzerimizde baskı vardı, bizi arada bir güldürecek bir şaklabana ihtiyaç duyduk, o nedenle bunun yanımıza gelmesine izin verdik, dediler.
Gerçekten de bu organizma o günlerde solcu arkadaşları görünümüyle, konuşmalarıyla bayağı da güldürmüş, eğlendirmiş.
Bir anlamda sol hareketin kadrolu stand-up komedyeniymiş.
Sonra esprilerini tekrar etmeye başlayınca onu atmak istemişler aralarından, ama ne yazık ki bu sefer de organizma kendini solcu olabileceğine inandırmış.
Git diyorlar, hakaret ediyorlar, bir türlü gitmiyor.
Susup hiçbir konuda fikir bildirmemesi şartıyla kalmasına izin vermişler.
O da çay-kahve servisi yapmış, ünlü teorisyenlerin sigaralarını yakmış, izmarit toplamış, öyle yaşayıp gitmiş işte.
Düşünün ki bu dönem, organizmanın hayatındaki en ciddi dönemi olmuş üstelik.
Aynı şarlatanlık işini gazetede de iyi yapınca, Genel Yayın Yönetmeni ‘Şu oğlana bir köşe verin de bari onu her gün karşımda görmeden esprilerini okuyayım' demiş, köşe yazarı olmuş.
Tüm yaşamı bu şekilde özetlenebilecek bir entelektüel hilkat garibesinin, Yılmaz Güney, sosyalizm gibi konularda fikir bildirmesi bu nedenle trajiktir.’’
Paylaş