Paylaş
ABD'nin başkenti Washington'da görevli olduğum yıllarda, boş zamanlarımda en hoşlandığım şey Dupont Circle'a gidip oturmaktı.
Dupont Circle orta büyüklükte bir meydan. Evimle Beyaz Saray arası yürüyerek 45 dakikaydı. Dupont da bu yürüme yolunun tam orta noktasındaydı
Kitaplarımı, gazetelerimi alır, köşedeki Starbucks'tan bir de kahveyi yanıma koydum mu saatlerin nasıl geçtiğini unuturdum orada.
Gerçi hiçbir güzelliği de yok oranın.
Birçok evsiz insan var, esrarkeş var, meydanda yaşıyorlar.
Ayrıca Dupont Circle, Washington'un eşcinsel toplumunun merkezi olduğundan, aynı kültürü paylaşmayan insanlar yabancılaşmayı da hissedebiliyor zaman zaman.
Ama tabii güzellik kavramı insanın beyninde yaratabileceği, oluşturabileceği bir kavram.
Belki de okuduklarımın güzelliğini parka aitmiş gibi de yorumluyor olabilirim.
Yani çevrede olan biten olumsuzluklara rağmen (eşcinselleri kastetmiyorum) Dupont benim için hep güzel kalacaktır.
Zaten her yıl gittiğimde de mutlaka parkta oturup, hatıraların gelmesini beklerim.
***
Bizim Taksim'de de Evlendirme Dairesi'nin arka tarafında bir büyük park var.
Yazın başında fark ettim ki burada havuzun bulunduğu bölüm aynen Dupont Circle Meydanı'na benziyor.
Bu keşif çok hoşuma gitmişti.
Zaman zaman burada oturur, kitap okur, Dupont'ta yakaladığım keyfi burada da yaşarım diye düşünmüştüm.
Aktif olarak uğraşmaya başladım, içimde bu hisleri tekrar kabartmak için.
Meydanda dolaştım, elimde kitaplar taşıyarak oturup okuma hissinin gelmesini bekledim.
Bir türlü o meydanla kişi arasında yaşanması gereken özel, tuhaf, açıklanması zor elektriklenmeyi kuramadım, yakalayamadım.
***
Halbuki bu park Dupont'tan çok daha güzel, çok daha bakımlı.
Evsiz insan yok ortada. Arada zararsız alkolikler dışında eroin çekmiş tehlikeli bireyler de yok Dupont'ta olduğu gibi.
Çok daha yeşillik Taksim'deki park.
Yani anlayacağınız, oturup keyfi çıkarılacak bir mekán ama bir türlü içimden nedense gelmiyor bunu yapmak.
(Yaramazlık yapmadan duramayacağım: Ben Taksim Evlendirme Dairesi'nde evet demiştim. Bir ara, parka karşı antipatim acaba bundan mı kaynaklanıyor diye bile düşündüm. Nasıl ama, her konuyu bu meseleye nasıl da bağlıyorum değil mi!)
***
Birden rahatsızlığımın nedenini fark ettim.
Bu parktan yaz başından beri belki de 100 defa geçmişimdir, yüzlerce insanı bu mekánda otururken gördüm, tek bir tanesi bile kitap okumuyordu.
Bu korkunç bir şey.
Ben böyle bir yerde oturduğumda otomatik olarak kitap okumaya başlamak isterim.
Buradaki insanlarımızda bu istek katiyen yok. Otururken birbirleriyle de fazla konuşmuyorlar, etrafa bakıyorlar.
Bu saatlerce devam edebiliyor. Hiç sıkılmıyorlar, okuma ihtiyacını hissetmiyorlar.
Bana ürkütücü geliyor bu durum. Parkta duyduğum rahatsızlığın ilk nedeni buymuş meğer.
***
İkinci bir neden daha var.
Kitap okumayan bu insanların suratlarında derin bir mutsuzluğun yansıması var.
Bireysel bir şey gibi gelmiyor bu bana. Bireysel acıdan ziyade bir bıkkınlık, bir gelecekten umutsuzluk görüntüsüydü bu.
Zaman zaman benim de çok güçlü olarak hissettiğim, ama büyük bireysel çaba sonucunda atlattığım veya atlattığımı zannetiğim hisler bu insanlarda kalıcı olmuştu.
Parkta her şey düzgündü, ama hüzün hákimdi.
Belki de kitap bunun için okunamıyordu orada. Bilemiyorum, belki de kitap okunmadığı için de hüzün bu kadar yaygındı ve onu yenme umudu yoktu insanların.
***
Şimdi artık parktan hep hızla geçiyorum. Oturup şöyle keyifle kitap okuma düşüncesini kafamdan silip attım.
Yürürken hep yazı konularını düşünüyorum, böylece ortamdan soyutluyorum kendimi.
Bu kitap okumama, kitaptan hoşlanmama ádeti yeni olan bir şey değil tabii ki.
Bakın Prof. Dr. İlber Ortaylı ‘‘700'üncü Yılında Osmanlı’’ konulu Siyaset Meydanı programında ne demiş:
‘‘Matbaa gelip de kafa gelişiyor gibi bir şey düşünmek yanlış. Yani bir toplum üretiyor, yazıyor, bunu çok okutuyor, çok okuyor ve talep ediyorsa, burada matbaayı belirli zümreler yasaklasa bile, kitap Venedik'ten basılır gelir. Çünkü dışarıda matbaalar var, ama bu toplum fazla okumamış. Yani onu bilmek lazım. Bunu itiraf edemediğimiz için, kabahati mesela yobazda arayacağız. Biz okumuyoruz kardeşim bir kere. Bu da 50 senelik bir hastalık değil, bu 500 senelik hastalık.’’
Ne kadar acı ama doğru tespit.
Paylaş