Paylaş
BUGÜNE kadar mutsuz olmayan tek bir mimara bile rastlamadım. Tamam, elbette ki Türkiye'de yaşayıp da şehirlerin, şehirlerdeki yapılaşmanın durumundan mutlu olabilmek mümkün değil tabii ki.
Yani şu yaşadığımız ortamlardan memnun kalabilmek için herhalde ya özel derecede aptal, ya da had safhada zevksiz olmak gerek.
Ancak mimarların yaşadığımız şehirlerden duydukları mutsuzluk bu şekilde anlaşılabilecek, rasyonel açıklaması kolay yapılacak bir his de değil.
Aşırı bir tepki var hepsinde ve daha da önemlisi ne yapılırsa yapılsın hemen en şiddetli şekilde o yapılan şeyi eleştirmeleri gerekiyor.
Ben yine bugüne kadar mimarların onayladıkları herhangi bir projeye de rastlamadım. Her projeye sadece tek bir mimar onay veriyor, o da projeyi yapan tabii ki. Geri kalan meslektaşlarının hepsi, olayı yerden yere vuruyorlar her durumda.
* * *
Mimarların konuşmalarını duyunca, yazılarını okuyunca hep ‘‘Acaba bunlar kendilerine yanlış meslek mi seçmişler’’ diye düşünürüm.
Müthiş laf yapıyor ağızları.
En çok sevdikleri kavram da ‘‘yabancılaşma’’.
Yaşadıkları şehre, mahalleye, hatta kendi evlerine bile yabancılaşmış durumdalar.
Öylesine mutsuzlar, öylesine acı içindeler ki, kalemlerinden kan damlıyor.
İnsan bazen ‘‘Şu yazıları yazanlar bir de içlerindeki bu enerjiyi yeni projelere, yeni yapılara kanalize etseler kimbilir ortaya ne harika şeyler çıkar’’ diye düşünmeden de edemiyor.
Ancak gayet tabii, çok şikáyet edenlerin ortaya koydukları fazla ürün de yok.
Yani onlara göre, bugün var olan yapılaşmada olumlu tek bir yan bile yok, ama ‘‘Alternatif ne?’’ diye sorsanız, somut bir şey gösterecek durumda da değiller.
Sadece son derece fantastik alternatifler var kafalarında. Örneğin, öylesine ideal bir İstanbul şehri tarif etmeye başlıyorlar ki, siz bir anda onların tarif ettiği İstanbul'un var olabilmesi için şehrin nüfusunun maksimum 400 bin civarını aşmaması gerektiğini dehşet içinde fark ediyorsunuz.
Hayır, bunun gereğinin yapılmasını gerektiği gibi savunsalar yine diyeceğim bir şey yok.
Ancak bugüne kadar rastladığım her mimar ayrıca demokrat da olmak zorunda olduğundan, insanları azaltmaya yönelik teorilere kızıyorlar.
Yani eğer son derece kanlı bir faşist ayaklanma olmadığı takdirde tarif ettikleri şehir hiçbir zaman olmayacak gayet tabii. Ama bunu suratlarına vurmak da istemiyor insan; çünkü öylesine heyecanla anlatıyorlar ki, insan onları hayal kırıklığına uğratmak istemiyor.
* * *
Son olarak Kızkulesi'ne taktılar.
Kızkulesi'nin içine restoran ve kafe yapıldı, insanların ziyaretine açıldı ya, tabii ki ortalık birbirine girdi.
Bir kere baştan, proje ‘‘yeni’’ olduğu için hiçbir mimar buna otomatikman onay vermedi.
Ayrıca yine yabancılaşma teorisi ortaya çıktı.
Bu yeni haliyle biz Kızkulesi'ne yabancılaşmışız, öyle diyorlar.
Vallahi herkes ne hissediyor bilemem. Eski evim tam Kızkulesi'ni görürdü ve ben beş yıl boyunca ona her baktığımda hüzünlendim durdum.
Şimdi baktığımda ışıl ışıl; insanlar en azından onun keyfini çıkarıyorlar diye mutlu oluyorum.
Tarih yok oluyor diyorlar. Yalan söylüyorlar; tarihi bir anıt, insanlar tarafından özenle kullanıldığında yok olmaz. Dünyanın her yerinde böylesine girişimler fardır ve aksine böyle yerler insanlara tarih bilincini daha fazla bile aşılayabilir.
Mimarların alternatifi, Kızkulesi'ni eskiden olduğu gibi bırakmak herhalde.
Bu gibi işleri en çok eleştirenler, tavır koyanlar, genellikle Boğaz'a bakan evleri olan mimarlardır. Yabancılaşma teorilerini en çok onlar inançla savunur. Herhalde son zamanlarda Kızkulesi'nden gelmeye başlayan fazla ışık uykularını kaçırmaya başlamış olmalı ki, yine hüzünlü teorileriyle ortalığa çıktılar.
Paylaş