Paylaş
UZUN zamandır başarmak için çabaladığım ama maalesef bir sonuç alamadığım şeyi bugünlerde istemeden de olsa gerçekleştirmek üzereyim gibi hissediyorum.
Rana beni çok kısa süre içinde terk edebilir, bunun işaretlerini almaya başladım.
Ona göre bir insanın günde 5-6 saat hiç durmadan eski Türk filmi seyretmesi ilgili kişinin tam anlamıyla delirmekte olduğunun bir göstergesiymiş.
Ben aslında eskiden de fazla normal bir adam değilmişim ama son dönemde içine girmiş olduğum durum ‘‘normal olmama’’ gibi hafif kalan bir tanımlamayla anlatılamazmış.
Üstüne üstlük ‘‘hayır’’ kelimesini ‘‘nayır’’ diye telaffuz etmeye başlamam da acayip sinir bozucuymuş.
Anladığım kadarıyla arkasından ne kadar ‘‘Nayır nolamaz’’ diye bağıracak olsam da Rana yakında tahammül sınırını aşıp sokağa atacak beni.
***
Bu konuya sık sık değineceğim çünkü bildiğiniz üzere ben deliliklerimi yaklaşık altı yıldır siz kıymetli okuyucularımla sürekli olarak paylaşıyorum.
Zaten sırf bu nedenle deliren benim tanımadığım çok sayıda okuyucum olduğu da Hürriyet üst yönetimi tarafından bana ifade edildi.
Tabii şu da var, bir insanın ruh sağlığı konusunda ‘normal’ teşhisi koyabilecek dünyadaki en son otorite Hürriyet üst yönetimidir aslında.
Meselenin böyle çelişkili bir boyutu da var yani ama olsun en azından bu konuda tespitlerinin çok da abartılı olmadığını düşünüyorum ben.
Neyse ne, gelelim esas meseleye.
Geçmişte seyrettiğim filmleri de hatırlamamla birlikte son seyrettiklerimi de üzerine ekleyince şu ara sonuçlara varmış bulunuyorum:
1- Eski Türk filmlerinde esas oğlanı veya kızı filmin bir noktasında illa da kör etme takıntısı var. Ayfer Tunç fevkalade eseri ‘‘Bir Maniniz Yoksa Annem Size Gelecek’’ adlı kitabında bu klişeden kurtulmak isteyen bir direktörün bir filminde Emel Sayın'ı kör değil de sağır yapmış olduğunu anlatıyor. Bu filmi hálá daha seyredemedim, onun için sıkıntılıyım. Kör olsalar da arada bir sağır olsalar da bunlarda ortak olan özellik sakatlığıın aniden oluşması. Öyle uzun hastalık filan gerekmiyor bu iş için aniden kararıveriyor her şey ve genellikle de aynı hızla açılıveriyor.
Örneğin bahsi geçen filmde Emel Sayın tabii ki sahnede şarkı söylemekteyken aniden sağır olmuş. Sonracığına efendim, kendine bir dürbün almış ve ağız okuma yoluyla insanları anlamaya başlamış. Bu filmin Cüneyt Arkın'ın ‘‘Kainatı Kurtaran Adam’’ veya benzeri isimli filminden çok daha büyük bir şahaser olduğunu sanıyorum, yakında bunu da mutlaka seyrederim, bana inanın.
2- Eski Türk filmlerine yönelik gayet teşkilatlı bir komplo da var. Bunu derin devlet mi kim yaptı bilemiyorum. Hemen hepsinde oyuncuların konuşmaları daha sonra silinmiş ve üzerine başka konuşmalar eklenmiş durumda. Bunu filmleri seyrederken net olarak görebiliyorsunuz. Adam ağzıyla bir şeyler söylüyor, örneğin ‘‘Ben senin amcan değil babanım yavrum’’ diyor, ancak bu filmde ‘‘Çek git lan başımdan, şurada işi bitirivereyim’’ filan gibi duyuluyor. Bir de filmlerin üzerine başka konuşmalar ekleyen komplocu grup hemen her filmin senkronizasyonunu da bozmuş durumda. Konuşan herkesin sesi ağzını kapadıktan sonra duyuluyor. Arada en azından 10 saniyelik bir gecikme var. Bu tekniği yıllar sonra Kung-Fu filmleri yapan Çinli direktörler de bizden aynen kaptılar. Örneğin Bruce Lee'nin hiçbir konuşmasını ağzını kapamadan duymanız mümkün değildir. İşte böyle bir şey yani.
3- Her Türk filminde tuhaf bir deniz takıntısı var. Hemen her filmde birbirlerinden bir sebeple ayrı düşmüş çiftler illa da deniz kıyısında tekrar birbirlerine kavuşuyorlar. Cüneyt Arkın kurbanlarını deniz kıyısına atıverdiği sandalyeye oturarak bekliyor. İbrahim Tatlıses, Hülya Avşar'dan ayrı düştüğü anlarda deniz kıyısında türkü çığırıveriyor ve üstelik arabasını da neredeyse denizin içine kadar getirip park ediyor, zahmet edip iki adımcık bile yürümüyor. Yılmaz Güney de aslında orta halli olan ama kendisinin burjuva olduğunu zannettiği insanlara alaycı bir ifadeyle deniz kenarından bakıyordu zaten. Bu da büyük ihtimalle üç tarafı denizle çevrili bir ülkede insanların denize arkasını dönerek oturmaları ve bazı şehirlerde balkonlarını denize değil de şehrin meydanına bakar şekilde inşa etmeleriyle açıklanacak bir durum bence. Bir psikolojik tepki var anlayacağınız yani, bu da filmlerde kendisini dışa vuruveriyor.
Bugünlük de bu kadar, bilmem anlatabiliyor muyum!
Paylaş