Paylaş
Mezarlıklar Müdürü'nün açıklamalarına göre Türkiye'de katlı mezara talep çok artıyormuş.
Hayır, hayır, hayır...
Ve de kesinlikle HAYIR...
Bu Türkiye'de moda olamaz, olmamalı.
Düşünsenize biz öldükten sonra bile Rana yine benim üstümde olacak.
Bir insanın elinden ölüme sığınma hakkının bile alınması, insan haklarına tamamen aykırıdır, bunu da bilin.
* * *
Şimdi aşırı sıcaklar başladı ya...
Doğal olarak denizde boğulma vakaları da hızla arttı.
Son 40 veya 50 yıldır, yani Türkler denizin yaz aylarında serinlemek amacıyla bile kullanılabileceğini keşfettikleri günden bu yana hep aynı şey oluyor.
Her yaz ayında, mutlaka ama mutlaka aynı noktada, hemen hemen aynı toplam sayıda insan denizde boğuluyor.
Bu haberler gerçekten de insanın sinirini bozmaya başladı artık.
Ben diyorum ki, yaşam kültürümüzde radikal bir değişiklik olsa.
Bundan sonraki yıllarda insanlar serinlemek istediklerine doğrudan evlerinin bahçesindeki foseptik çukuruna dalsalar daha iyi olmaz mı?
Bu önerimin avantajları şu şekilde sıralanabilir:
1- İnsanlar denize ulaşmak için uzun süre seyahat etmek zorunda kalmayacaklar. Çünkü özellikle İstanbul ve civarında boğulma olaylarının gerçekleştiği denizin foseptik çukurundaki sudan kesinlikle bir farkı yok. İnsan evinin bahçesinde aynı kalitede bir doğal deniz suyuna sahipken neden başka yere gitsin, değil mi ama?
2- Boğulma olayı evin bahçesinde gerçekleşeceğinden, birçok insan da bunu görmeyecek ve asapları bozulmayacaktır.
* * *
Bizim memleketin çok önemli bir özelliği var.
Meteoroloji şartlarına göre değişen ölüm biçimleri yaratmış durumdayız millet olarak.
Gerçi her ülkede meteorolojik şartlara bağlı ölümler oluyor.
Ancak rasyonel ülkeler bu işi fazla abartmıyorlar.
Örneğin Amerika'da saatte 170 kilometre esen bir kasırga olduğunda bir iki kişi ölüyor.
Veya Japonya'da Richter ölçeğine göre 9.8 şiddetinde bir deprem olunca eh bir iki kişi hafif yaralanıyor tabii.
Biz Türkler ise böyle değiliz.
Aşklarımızda, acılarımızda, üzüntülerimizde ve sevinçlerimizde olduğu gibi meteorolojik şartlara bağlı ölümler konusunda da işi abartıyoruz.
Bizde hafif yağmur yağdığı zaman ayrı, kar serpiştirdiği zaman ayrı, havada güneş olduğu zaman ise ayrı ölüm biçimleri var.
Hiçbir şey yapamasak bile kalp ameliyatı geçirmiş hastaları hava sıcaklığı gölgede 40 dereceyken güneşin alnına çıkarıyoruz ve yan taraftan egzoz dumanlarıyla arabalar vızır vızır geçerken, onları yürütüyoruz.
Üstelik doktor nezaretinde yapıyoruz bunu.
Ve tabii sonunda da olanlar oluyor, bir hanımefendi yaşama veda ediyor.
Size bir şey söyleyeyim mi, Amerika'da zaman zaman esen kasırgalardan bir tanesi İstanbul'da esse şehrin nüfusu aniden bir milyonun altına iner, buna emin olun.
Biz niye bu durumdayız ve dahası üç tarafımız da denizle çevrili olduğu halde neden doğru dürüst yüzme bilen insan sayısı bu derece az?
Deniz kıyısında doğan insanların büyük bölümü neden yüzerken kulaç yerine denize tokat atar ve şak şuk diye sesler çıkarır?
Valla bu soruların cevabı meçhul. Hafta başında belittiğim gibi yurtdışındaki Türkiye Çalışmaları kürsülerindeki bilim adamları sosyoloji ve genetik bilmindeki son teknikleri de kullanarak bu sorulara hâlâ daha cevap bulamadılar.
Ama bir gün gerçek mutlaka ortaya çıkacak, buna inanıyorum.
* * *
Bu arada önceki gün yürüyüş sırasında meydana gelen son derece acı olayı izlerken birden gözlerim faltaşı gibi açıldı.
Bayan kalp krizi geçiriyordu ama başında işini son derece profesyonelce bilen üç kişi kalp masajı yaparak onu kurtarmaya çalışıyordu.
‘‘Olamaz'' dedim kendi kendime, Türkiye'de ne bu gibi insanların olay yerine bu kadar çabuk gelmeleri imkânı var.
Ne de çabuk gelenlerin bu işi profesyonel anlamda bilmelerine.
‘‘Yaşasın'' dedim kendi kendime, ‘‘Bu ülkede de bir şeyler değişiyor galiba.''
Rana da dedi ki: ‘‘Saçmalama, yürüyüşte zaten doktorlar vardı, onlar müdahale ettiler.''
Bu açıklamadan sonra şu sonuca vardım.
Türkiye'de kaza veya ani hastalık durumunda Batı ülkelerinde var olan anlamda acil yardıma kavuşabilmek için tek çıkar yol yanınızda sürekli olarak bir doktor, bir de arkanızda sizi sürekli takip edecek bir ambulans olması gerekiyor.
Bu tek çıkar yolun çözemediğim tek sorunlu yanı böyle bir imkâna sadece başbakan ve cumhurbaşkanlarının sahip olması.
Ha unuttum, bir de galiba genel yayın yönetmenleri bu şekilde yaşıyorlar.
Artık kısmet, belki bir gün başbakan olursam yırttım demektir.
Çünkü daha önce de yazdığım gibi, benim bu ülkede başbakan olma şansım genel yayın yönetmeni olma şansımdan çok daha fazladır.
Ve bu, Türkiye'nin ansiklopedilere geçecek düzeydeki bir başka tuhaf özelliğidir.
* * *
Genel yayın yönetmenliği makamına neden kafayı taktım bilmiyorum.
Sadece şu neden olabilir: Benim genel ayın yönetmenimin aşırı sağlıklı yaşam felsefesi sinirimi bozuyor olabilir.
Restorana gidersiniz, sarısı olmayan ‘beyaz omlet' yer. Evinde bir kadeh şarap içeceksiniz değil mi, o, garsonların şarap içmeye başlamadan önce bardağınıza tatmanız için koyduğu miktarla geceyi tamamlar.
Amacı ne bilmiyorum ama onun şunu bilmesinde yarar var.
Yazının başında da belirttiğim gibi çok katlı mezar anlayışı yakında Türkiye'ye yerleşecek.
Ben alt kattaki yeri ona ayıracağım ve onu bekleyeceğim. Rüşvet vermem gerekirse bile bunu yapacağım. Doğal olarak bizim bölüm üç katlı olacak çünkü en üst katın sahibi belli, tamam mı?
Paylaş