Paylaş
MEHMET Ali Kışlalı'nın ‘‘Gazeteci Olsaydım’’ başlıklı yazısının başlığının neden yanlış olduğunu dün anlattım.
Yazısının bence üzerinde durulması gereken en önemli bölümü sonundaydı.
Bu bölümde bir an için tekrar ‘‘gazeteci’’ olduğunu hayal eden Kışlalı, aylar boyunca bir haberi araştırıyor, uzmanlara soruyor, öğreniyor, derinliklere iniyor ve sonunda haberini yazıyor.
Haberini yazdıktan sonra ise ne yaptığını onun kaleminden okuyalım:
‘‘Bu amaçlarla hazırlayacağım haberlerin gazete okurlarınca bir defada okunduklarında anlaşılabilmeleri için sarf ettiğim gayretlerin yetmeyebileceğini düşündüğümden, haberimi teslim ettiğim istihbarat şefimden, ya da büro şefimden yardım rica ederdim. ‘HABERİM KOLAY ANLAŞILMIYORSA, EKSİKLERİ VARSA LÜTFEN SÖYLEYİN. YENİDEN YAZAYIM' derdim.’’
* * *
Evet Kışlalı’nın yazısı, muhabirin istihbarat şefine söylediği ve herhangi bir Türk filminde bile sarf edildiği zaman izleyicilerin gözlerini yaşla dolduracak bu sevgi dolu cümlecikle bitiyor sevgili okuyucular.
Ben bundan anladım ki, Kışlalı yıllar boyu gazetecilik, yöneticilik yaptığı halde bir istihbarat odasına hiç inmemiş, muhabirlerle istihbarat şeflerinin aralarında nasıl konuştuklarına hiç şahit olmamış.
Örneğin, ben istihbarat şefliği yaptığım günlerde herhangi bir muhabir bana haberini getirdiğinde ‘‘Şefim, haberim kolay anlaşılmıyorsa, eksikleri varsa lütfen söyleyin, yeniden yazayım’’ diye konuşsaydı, onu anında işten atar veya gücüm yetiyorsa bir güzel döverdim.
Böyle konuşan muhabir dünyanın hiçbir gazetesinde yoktur. Muhabirler genel olarak, istihbarat şeflerinin gazetecilik yapmayı pek beceremedikleri için o makama oturtulmuş, bilgisiz, cahil ve azıcık da puşt olduğunu düşünürler.
Aynen istihbarat şefi de hemen tüm muhabirlerin bilgisiz, cahil, azıcık da puşt olduğunu düşünür.
Ve iki taraf da birbirine bu hislerle yaklaşır.
Şimdi bunları dedim diye yanlış anlamayın. Kimse birbirine öyle fazla düşman filan da değildir.
Haber takibi sırasında ne olursa olsun, kaç tane kafa bacak kırılırsa kırılsın, akşam vakti geldiğinde herkes birlikte rakı içmeye gider ve iş kapanır.
Birlikte içki álemine bir tek, haber odasında Kışlalı'nın dediği gibi konuşan insanlar varsa onlar götürülmez.
Kendilerine çekidüzen verinceye kadar onları herkes dışlar.
* * *
Gazetecilik, megalomanların işidir. Herkes en büyük, en beceriklidir ve diğer meslektaşlarını da kendinden alt düzeyde görür.
Muhabir, genel yayın yönetmenini de fazla sevmez, müdürlerini de. Ben şahsen müdürlerinden fazla hoşlanan bir insanın iyi gazeteci filan olabileceğine katiyen inanmam.
Sinir dolu ortamda çalışan gazetecinin de siniri bozuktur ve fazla hiyerarşik emir-komuta ilişkilerinden kimse hoşlanmaz.
Bu nedenle özellikle istihbarat servislerinde sık sık kavga çıkar. Hatta -ki bunu Kışlalı da iyi biliyor olmalı diye düşünüyorum- müdürünü dövmek isteyen gazetecinin sayısı hayli fazladır.
Haberi hakkında Kışlalı'nın yazdığı gibi konuşan muhabir hiç yok mudur peki?
Tabii ki vardır.
Onlar iki kategoriden oluşurlar:
1- İlk işinde ilk gününü yaşayan stajyer muhabir, ilk yazdığı haberini şefe götürdüğünde bu cümleyi sarf edebilir. Şuna emin olun ki, o iyi bir gazeteciyse daha ikinci haberini getirirken şefi hakkında içinden ‘‘Acaba bu gerizekálı şimdi haberin hangi bölümlerini bilgisizce düzeltecek’’ diye düşünmeye çoktan başlamıştır bile. Kadrolu gazeteci olduğu zaman ise bu hislerini daha parlak cümlelerle ifade edeceği de kesindir.
2- Bazen uzun yıllar muhabirlik yapmış olanlar da bir gün şeflerine haber getirdiklerinde aniden böyle konuşmaya başlayabilirler. Bunu duyan şefin yapacağı en iyi şey, ya saklanmak ya da bir süreliğine izne çıkmaktır. Çünkü tecrübeli muhabir, aniden eski Türk filmlerindeki oğlan çocuklar gibi nazik olmaya başlarsa bilin ki arkasından büyük bir puştluk, bir darbe gelecektir. O durumda herkesin kendini sakınmasında yarar var.
* * *
İşte durum böyle. Yerim olmadığı için birbirini döven muhabirler, istihbarat odasında akan kanlar, uçan daktilolar, kırılan masa ve iskemlelerle ilgili anılarımı şimdilik yazmıyorum. Belki başka sefere.
Paylaş