Paylaş
ALLAH onu başımızdan eksik etmesin, üst düzey yöneticilerin en üst düzeyi genel yayın yönetmeni, son günlerde nedense çok sık yapmaya başladığımız telefon konuşmalarının bir tanesinde bana ‘‘Ne yapmak istiyorsun sen?’’ diye sordu.
Konu benim ekonomiyle ilgili yazılarımdı ve bunların kesilmemesi durumunda genel yayın yönetmeni benim eski ‘‘Görevimiz Tehlike’’ dizilerinde programın ilk başında ajanlara talimatı verdikten sonra kendi kendini imha eden teyp gibi kendi kendimi imha edeceğimi düşünüyordu.
Ben genel yayın yönetmeninin, arada yazmış olduğum ekonomiyle ilgili yazıları bütün yazılarımın sadece bu konuya ayrılmış gibi algılamasını gayet normal görüyorum.
Ne de olsa o da bu toprakların insanı, hayatında hiç rakı içmemiş olsa bile, meyhaneye ilk kez 52 yaşındayken gitmiş olmasına (evet ne yazık ki bu olağanüstü olayı bizzat ben de şahit olarak izlemek zorunda kaldım), Chateau Margaux veya Shiraz kelimelerini anlamayanların vatandaşlıktan çıkarılmasını talep etmesine rağmen o da sonuçta bu halktan bir insan.
O da bir-iki yazıyı haftada 10 yazı yazan insanın tek konusu olarak görebiliyor.
Bu sendrom Türkiye'de çok yaygın. Biliyorsunuz bir aralar benim için de ‘‘Sadece penis yazıları yazıyor’’ diyorlardı. (Aslında o günler çok daha eğlenceliydi, bunu da kabul etmek zorundayım.)
Ben de buna cevap olarak senede 520 adetten fazla yazı yazan bir insan olarak, yazı konumu sadece penisle sınırlı tutmayı başardığım takdirde bana Nobel Edebiyat Ödülü vermeleri gerekeceğini, çünkü sonuç itibariyle son derece kısıtlı olan bir konuyu böylesine yoğun işlemeyi başaran bir insanın en azından dáhi olması gerektiğini, benim ise sadece üstün zekálı olmakla yetindiğimi onlara söylüyordum.
Ama ne fayda... Aradan yıllar geçti, Yılmaz Güney tartışması başladı, ben tam 15 gün Yılmaz Güney, sosyalizmin sorunları ve açılımları konusunda yazı yazdım kesintisiz.
16'ncı gün bana gelen e-mail'de Türkiye'deki gazete okurlarının genel yapısı ile ilgili olarak insanı fena halde kötümserliğe iten kişinin mesajı geldi. Arkadaşımız aynen şöyle diyordu mektubunda: ‘‘Serdar bey, penis ile ilgili durmadan yazı yazmanızdan artık gına geldi. Lütfen biraz da konu değiştirin...’’
Bilmem sorunu anlatabiliyor muyum?
***
Gerçekten aslında ne yapmak istiyorum, biliyor musunuz?
Walkman'ime rap artisti Eminem'in son CD'sini koyayım, sesi sonuna kadar açayım, elime Baskin and Robbins'den bir büyük kutu dondurma alayım ve 43'üncü sokak ile Broadway'in kesiştiği noktada ayakta dikilip durayım.
Hani şu Eminem'in baba ile küçük kızının annelerini öldürüp, cesedi arabaya koyduktan sonra arabayı denize atıp, sonra da babanın kıza dönüp, ‘‘Yavrum bak sevin artık, bundan böyle öyle bir sürü adama üvey babacığım diye hitap etmek zorunda kalmayacaksın’’ diye konuştuğu rap parçası var ya...
Broadway'de gelen geçeni hiç kıpırdamadan seyredip, bir yandan çikolata taneli dondurmamı kaşıklayıp bir yanda da müziğe kafamla ritim tutsam.
‘‘Da da da da da Ti Ti, dadada da, dada dada da Ti Ti dapdabadam da.’’ Ritim bu.
Hayatta amacım sadece bu olsa. Sokakta ayakta dikileceğim köşeme gideceğim saat için yaşasam.
Sokaktaki serserilerin hepsiyle arkadaş olsam, güneş batar batmaz alkolikliğe terfi etsem, hiç yazı yazmasam, Türkiye'yi tamamen unutabilsem, gazete diye sadece New York Post'u okusam, e-mail'im olmasa, cep telefonum olmasa, ‘‘Ne yapmak istiyorsun?’’ sorusu olmasa, hiç şişmanlamasam, Manhattan'da evim olabilse, cebimde dönüş bileti olmasa, Eminem'in CD'si hiç bitmese, New York Times'ta Türkiye ile ilgili hiç yazı çıkmasa, New York'a hiç Türk başbakan veya cumhurbaşkanı ziyareti olmasa, kimse bana telefon açmasa, evde hazır 10 şişe güzel kırmızı şarabım olsa, evimin penceresinden New York'u hafif kuşbakışı görebilsem, WQXR'dan klasik müzik dinlerken güneş batsa ve güneşin ışıkları Chrysler binasının damına vursa, ilerde Brooklyn Köprüsü'nü görsem, Patsy'sdeki kadın bana lokantasında hep iyi davransa, Rana iyi bir iş bulsa çok para kazansa, bana da harçlıklar verse, ben işsiz olsam sadece yemek yapsam, birlikte pazar günleri o ilerde gördüğüm köprüden geçip karşı taraftaki pizzacıya gitsek, orada Frankie'yi dinlesek, sabah beş buçukta kalkıp şehrin uyanışının seslerini izlesem ve de klarnet dersleri almaya başlayabilsem...
İşte bunları yapmak istiyorum aslında.
‘‘Da da da da da Ti Ti, dadada da, dada dada da Ti Ti dapdabadam da.’’
O.K. mi?
Paylaş