Paylaş
BU yazının başlığını ‘‘daha’’ diyerek bitirmem gerekiyordu aslında.
Gururla ifade etmeliyim ki bu köşede yıllar içinde gazeteye yakışmayan birçok yazı yazdım.
Hatta bazı bağımsız gözlemciler benim bütün yazılarımın Hürriyet gibi bir aile gazetesiyle kan uyuşmazlığı içinde olduğunu düşünüyorlar.
Olabilir de yani, burada bunu tartışmak değil niyetim.
Ancak bu yazının da ilk bölümlerinde böylesine yakışıksız bir tavrın hákim olabileceğini hisseder gibiyim. Dolayısıyla daha baştan bir uyarı koyayım da sonradan lüzumsuz şikáyetlerde bulunmayın olur mu. Yani fırsat varken sayfayı çeviriverin haydi!
***
Neden böyle düşündüğüme gelince... Yazının oluşması için başlangıçta bazı tuvalet alışkanlıklarını tartışmam gerekiyor.
Korkmayın, detaylara girecek filan değilim. Sadece tuvalette kitap okuma alışkanlığım olduğunun bilinmesi illa da gerekiyor, çünkü bu bilinmezse yazının geri kalan bölümünü devam ettirmem mümkün değil.
Yıllardır süren bir ádet bu. Hem de öyle fasa fiso kitaplar da okumam tuvalette. Ne kadar ağır kitap aklınıza gelirse o mekánda bitirmişimdir onları. ‘‘Das Kapital’’i bile orada bitirdim, hatta ‘‘Grundrisse’’nin önemli bir bölümünü de orada tamamladım.
O işi yaparken kafamın daha çok çalışır olması ne gibi bir diyalektik fiziksel ilişki gerektiriyor, bu konu üzerinde de kafa yormam. Sadece bir ilişkinin var olduğu kesin ve ben de bunu veri olarak kabul etmiş durumdayım.
Tabii ciddi kitapları tuvalette okuma ádetinin getirdiği birtakım komplikasyonlar da yok değil.
Örneğin kitap okunması mümkün olmayan bir fikirler manzumesinden oluşuyor ise bu bende psikolojik bir tepki yaratıyor ve psikosomatik kabızlık da çekmeye başlıyorum.
Tersi olunca da durum pek parlak değil yani. Eğer bir de okumakta olduğum kitap sarmışsa beni, heyecan vermişse bana, o zaman da tuvaletten çıkmak bilmem.
Bu detaylara da girmek istemiyorum çünkü önemli olan nokta tuvalette okurken okuduğumu çok iyi anlama ádetim olduğu noktasının anlaşılması. Umarım bu mesajı yeterince netlikle verebilmişimdir.
Eğer yeterli değil diyorsanız yazın bana, haber verin, bir sonraki yazıyı sadece bu konuya ayırarak durumu açıklığa kavuşturayım. Okuyucu velinimetimdir benim. Bilmem anlatabiliyor muyum?
***
Bu zorunlu uzun girişten sonra gelelim asıl noktamıza...
Geçen gün yine girdim o mekána. Elimde Somerset Maugham'ın bir kitabı var, yani öyle alışık olduğum ağır içerikli bir şey de değil bu anlayacağınız.
Okumaya başladım, birden içerde sabah sabah açık olan televizyondan haykırış sesleri gelmeye başladı.
Sabah televizyon açık, çünkü daha önce de yazmış olduğum gibi teyzem bizde ve o şu anda ve tarihte var olmuş bütün Türk filmlerini, dizilerini ve şovları izleme gibi bir misyon edinmiş durumda kendisine.
Televizyondan gelen ses öylesine korkunçtu ki, okuduğum tek kelimeyi bile anlamamaya başladım.
İlk önce yine birilerinin gecekondu yıkımı gösteriliyor zannettim.
Gecekondu yıkımlarında kendilerini yerlere atarak feryat eden kadınların çıkardığı sesti bu aynen.
Dinlememeye çalışıp üç sayfa okudum, ama ne okuduğumu düşününce hiçbir şey hatırlamadığımı da fark ettim.
Okuma becerisini tamamen yok eden bu sese çaresiz daha fazla kulak kabarttım.
Hülya Avşar canhıraş bir şekilde haykırıyordu galiba..
Ancak bu da saçma geldi bana çünkü Hülya Avşar'ın evinin yıkılması ihtimali çok azdı.
***
Bu arada okuyamadığım gibi, aniden müthiş bir şekilde tıkandım da, yani öbür işi de yapamadım.
Kadının ses tonu nedeniyle bötün vücut fonksiyonlarım tek tek, sırayla iflas etmeye başlamıştı anlaşılan. İlk önce beynim durdu, sonra tuvalete çıkamamaya başladım, biraz daha dinlemek zorunda kalsaydım sırada hangi fonksiyonlar vardı, Allah bilir.
Fırladım dışarıya, baktım teyzem bir kanalda şov seyrediyor. Yani onca bağırış, feryat figan dramatik bir olayın dokümanterinden değil, sadece insanları eğlendirme iddiasında olan bir şovdan geliyormuş.
Evita Gülbence adında bir şeydi program ve herkes ya bağırıyor, ya dans ediyor ya da yayınlandıkları kanalın sahibi ve yöneticilerini övüyordu.
O an anladım ki ben Türkiye'yi hiç ama hiç tanımıyorum. Sıfır bilgiye sahibim bu ülke hakkında. Kimlerin ne seyrettiğini, kimin neden zevk aldığını, kimlerin popüler olduğunu katiyen bilmiyorum.
Bunu anladım ama başka bir şeyi de anladım. Eğer ortalıkta bir zevksizlik kültürünün hákimiyeti olduğunu kabul edeceksek, bundan kurtuluş yolu da kadınların elinde.
Çünkü zevksizlik kültürünün bu memlekete hákim olmasında kadınların öncü rolü üstlendiği de bir gerçek.
Paylaş