Paylaş
Doğan Hızlan'ın 31 Ocak tarihli gazetede yayınlanan ‘‘Kardeşlere Öğütler’’ yazısını okurken tuhaf bir argüman yapısının olduğunu fark ettim.
Yılmaz Güney odaklı başlayan tartışmada yanlış olduğumu düşünüyor Hızlan. Olabilir, tabii ki bu konu tartışılacak.
Ancak neden yanlış olduğumu anlatmak için kendisi bir gerekçe öne sürmüyor.
Güney'in başarılı bir film yöneymeni ve ‘‘romancı’’ olduğunu tekrarlıyor, sonra da otoriteye lafı bırakıyor.
‘‘Fethi Naci bir şeyi diyorsa doğrudur’’; bu ilkeye inanıyor olmalı Hızlan.
Bu tavır, iki eleştirmen arasında kurulmuş güzel bir dostluk ilişkisinin ve dayanışmasının göstergesi olmakla birlikte bir konunun tartışılması açısından katiyen anlamlı değil.
Dün dediğim gibi, ben bu konuda Doğan Hızlan'ın ortaya koyacağına inadığım ‘‘özgün’’ yorumlarını bekliyorum. Onu beklerken Fethi Naci'nin tavrına da bakmak gerekiyor.
*
Fethi Naci ‘‘Yüz Yılın 100 Romanı’’ adlı kitabında çok ilginç, ancak katiyen orijinal olmayan bir roman değerlendirme kriteri kullanıyor.
Naci için romanın iyi bir teknikle yazılması, yapısının güçlü olması, karakterlerin içsel dünyasının sağlam kurulması çok da önemli değil.
Onun için daha da önemli olan şey, romanın ‘‘ilericiler’’, ‘‘sosyalistler’’ hakkında nasıl tavır aldığı, onlar hakkında nasıl bir çerçeve çizdiği.
Bu güzel bir siyasi tavırdır da, acaba roman eleştirisinde yeterli olacak mıdır, bu tartışılmalı.
Fethi Naci, asıl önem verdiği bu kriterle değerlendirmeler yaptığı için kitabında Yılmaz Güney, Ahmet Altan'dan, Attila İlhan'dan, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'ndan, Kemal Tahir'den daha başarılı, daha büyük bir romancı olarak ortaya çıkıyor.
Naci'nin sevmediği insan tiplemelerine ağırlık veren, romanda ‘‘yanlış ilişkileri’’ ağırlıklı olarak işleyen, sosyalist bireyleri teoride gerektirdiği ölçüde saf, temiz ve yanlışsız olarak sunmayan romancıların hiçbir şansı yok Naci'nin gözünde.
Ahmet Altan'ın romanını okuduktan sonra bu nedenle ‘‘tiksinmiş’’ Naci.
Attila İlhan'ın kitabı ‘‘romanlaşmamış düşünceler yığını’’ ona göre.
Yakup Kadri ise politik yanlışlar içinde, bu nedenle romanları başarısız.
Selim İleri ve Orhan Pamuk da ucuz kurtulmuşlar Naci'nin ideolojik değerlendirmelerinden.
Onların usta bir yazar olduklarını kendini zorlayarak kabul etmek zorunda kalmış gibi bir hava var yazılarında.
‘‘Yılmaz Güney'in ise ‘Boynu Bükük Öldüler'de köylülere Yaşar Kemal bakışı var. Güney gereksiz ayrıntıları ayıklamayı bildiği için yaşanmışlığa dayanan romanı başarı çizgisini tutturmuş.’’
Böyle diyor Naci.
Bu ise yeterli değil. Eğer başarı kriterlerini bu şekilde koyarsak, ortaya çıkan roman eleştirisi değil ideolojik komiserlik olur.
*
İdeolojik komiserler hayli fazla bizim ülkede. Devletin hayli yaygın ve kökeni sağlam komiserliğiyle uğraştığımız yetmiyormuş gibi bu ‘‘ilerici’’ komiserlerle de uğraşmak zorundayız maalesef.
Bunlardan bir bölümü Ali Sirmen, Atilla Dorsay kategorisindeler.
Sirmen, 30 Ocak tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde kendi geleneğinin tek bildiği şey olan ‘‘içgüdüsel saldırı’’ pozisyonunu almış.
Açmak istediğim konularla anlamlı bir tartışmaya girebilecek altyapı kendisinde bulunmadığından beni kişisel olarak aşağılamayı tercih etmiş.
Ha, tartışmada karşı konumdaki kişiyi aşağılamak da bir yetenek işidir. Şimdi ben kafaya koysam, bunu Sirmen ile ilgili çok da eğlenceli bir şekilde yaparım.
Ama bu bir yetenek işi. O buna sahip olmadığından indirgemeci palavraya başvuruyor.
Ben New York'ta penthouse'larda yetişmişim, tek bildiğim şey üç konuda mizah yapmakmış falan filan.
Bu iki palavrayla yetinen tartışma üslubu, Sirmen'in yazar olma uğraşının trajik bir geri adımını oluşturuyor, başka bir şey değil.
Eğer zaman ayırmaya karar verirsem, kendi aleyhimde bir alay yazısı yazıp ona göndereceğim. Okursa eğer, yazı yazmayı da, polemik yapmayı da öğrenir.
*
Atilla Dorsay ise başka bir álem. Ne yazdığından bile öylesine habersiz ki, Yılmaz Güney'i savunmak için kaleme almaya çalıştığı yazıda, sevgili eşinin onu korumak için açtığı davada tek tartışma konusu belki olabilecek lümpen meselesinde davacı tarafın kozunu elinden alıyor. ‘‘Güney lümpen miydi?.. Sanırım evet’’ dedikten sonra Yumurtalık olayını kastederek ‘‘...Bu cinayet onun lümpenliğinin ve kamudaki imajının kaçınılmaz bir sonucuydu’’ da diyor.
Güleyim mi ağlayayım mı, ne yapayım bilemiyorum ama, Dorsay kötü sinema yazıları yazmakla yetinip boyundan büyük işlere girmeseydi daha iyi olacaktı, bu da kesin.
Yarın konuya devam edeceğim...
Paylaş