Paylaş
Hümanizm öldü.
Rasyonalizm öldü.
Sosyalizm öldü.
Aydınlanmacı düşünce öldü.
Bu arada bu köşenin yazarının da kendini pek iyi hissettiği söylenemez.
***
Nasıl ama, giriş paragrafımı beğendiniz mi?
Felsefeden nasıl soğuduğumu anlatmayı planlıyorum ama bir yandan da sizin ilginizi çekmem gerekiyor.
Sadece düşüncelerimi anlatmam için para vermiyorlar bana, arada bir beni okuyanların da çıkması gerekiyor.
Bu nedenle de giriş cümlelerinin ilgi çekici olması lazım.
Şu noktaya kadar benimle birlikteyseniz bundan sonra da ayrılmayın lütfen, çünkü Michel Foucault'yu anlatacağım size.
***
Dikkat çekmek için oluşturduğum giriş paragrafında ‘öldüğünü’ açıkladığım fikirler var ya.
Onların hepsinin katili Fransızlardır.
Fransızların ulusal genetik özelliklerinden bir tanesi de hemen her konuda fikirleri olması ve üstelik de dünyaya bunu anlatmak için çırpınmalarıdır.
Bunu yapmanın bir yolu roman yazmak tabii ki.
Ancak Fransa'da son 50 yıldır tek bir işe yarar romancı ortaya çıkmadı.
Fikir açıklamada roman yolu kapanınca onlar da ikinci en iyi açıklama yolu olan felsefeye balıklama atladılar.
Sürüyle feylezof çıktı bu ülkeden.
Ancak tabii bu konuda da önemli bir handikapları vardı.
Her Fransız filozofu kendisini Jean Paul Sartre'nin öz oğluymuş gibi hisseder.
Sartre babanın ağırlığı üzerlerine çökmüştür her birinin omuzuna.
Freud'un anlattığı gibi onlar da hayallerindeki bu babadan kurtulmak için mücadele içindedirler hep.
İşte bu mücadele sürecinde de olan olur.
Fransız filozofları Sartre'nin etkisinden kurtulmak için mücadele ederken bu arada sosyalizmi de, hümanizmi de, aydınlanmacı düşünceyi de gözlerini kırpmadan öldürdüler.
Bu arada çoğu ya delirdi, ya alkolden öldü, ya da intihar etti.
Tek temiz filozof olarak Bernard-Henry Levy kaldı ama onun da ilgi çekici tek bir fikri yok (John Leonard, ‘When The Kissing Had to Stop’ s.34).
Bilmem anlatabiliyor muyum?
***
Michel Foucault bu ekolden gelen bir kişidir.
Ona göre okulların, işyerlerinin, hapishane ve tımarhaneyle ortak işlevi vardır.
Bütün bu kurumlar, hatta modern yaşamdaki her kurum bireyi yok etmek, onu ‘doğru hale getirmek’, ‘tehlikeli isteklerini nötralize etmek’ amacındadırlar.
Nihai amaçları ise ‘boyun eğmiş, uslu vücutlar ve itaat eden ruhlar’ oluşturmaktır.
Yazılı metinler de aslında bu sonu gelmeyen hegemonyaların bir alegorisidir
Peki ama ‘Düzenleyici teknoloji’ mesleğini yapmakta olan bütün bu kurumların hegemonyasından kurtulmak için birey ne yapmalıdır?
İşte bu soruya Foucault'nun verdiği cevap konuyu birdenbire sıkıcı olmaktan çıkarıp son derece fantastik hale getirmektedir.
***
Nasıl ki yazılı metinleri hegemonik yapılarından kurtarmak için ‘deconstruct’ etmek, yani içsel bütünlüklerini analiz yoluyla yıkmak gerekmekte ise...
Aynı şekilde insan kendi vücudunu da bir ‘yazılı metin’ olarak varsayabilir.
Ve de kendi vücudunu da kurumların hegemonyasından kurtarmak için bu vücudu da yıkmak, parçalamak yani ‘deconstruct’ etmek lazımdır.
Yani bilinçli olarak ‘Uç deneyler’ yaşamalıdır insan.
Foucault'ya göre tımarhaneye kapatılmamayı başaran deliler en özgür insanlardır.
Deliremeyenlere Foucault'nun tavsiyesi ise sado-mazoşist sekstir.
***
Faucault kadar dünyada kendi felsefesini uygulamış herhalde başka bir filozof yoktur.
Homoseksüel olduğu için San Francisco'nun bütün sado-mazoşist eşcinsel kulüplerinde son derece aktif bir biçimde dolaşmaya başlamıştır Foucault.
Aynı zamanda AIDS'dir kendisi ama bunu herkesten saklamakta ve tamamen korunmasız bir biçimde cinsel ilişkilere girerek bir anlamda Azrail rolünü de üstlenmektedir.
O kulüplerde cinsel şiddetin en uç durumlarını hem yaşar hem de yaşatır.
Onun biyografisini yazan James Miller (The Passion of Michel Foucault) tel gözlüğü, saçtan tamamen kazınmış kel kafası ve deri kıyafetleri içindeki Michel Foucault'nun görünümünü ‘Postmodern bir mumyaya’ benzetmektedir.
***
Bireyin kendisini yazılı metine yaptığı gibi parçalaması, deconsturct etmesini Foucault işte böyle yaşadı.
Benim kuşkum kendi yaşamını ve tercihlerini meşrulaştırmak için felsefe yaptığıdır.
Yani bence onca kitap ve yazı, deliliğin sınırında gezen bir yaşamın hayat hikáyesidir aslında.
Bütün bunları şunun için yazıyorum:
Foucault'nun dediği doğrudur.
En baba kurum olan Evlilik de ‘boyun eğmiş bireyler’ yaratan, ‘bireyin tehlikeli durumlarını nötralize eden’ ve ‘uslu vücutlar, itaatkár ruhlar’ yaratan bir kurumdur aslında.
Dolayısıyla ben de bir uç durum icat edip Rana'yı öldüreceğim.
Sonra da bunun felsefesini yazacağım.
Aniden kitabı karşınızda görürseniz, ‘Bu da nereden çıktı’ deyip, şaşırmayınız diye şimdiden uyarayım dedim de.
Paylaş