Paylaş
Asıl konuma geçmeden önce düşün hayatımızdan bir haber vermek istiyorum.
Dört yıl önce başlamış olduğum romanı bugünlerde bitirmek üzereyim.
Tahmin edileceği gibi bir ‘‘Magnum Opus’’ yarattım. Dile kolay 700 küsur sayfa tuttu. Hálá da yazıyorum.
‘‘G’’ noktasını ararken kaybolan ve bir daha katiyen bulunamayan adamın öyküsü bu.
Konu acıklı, hüzünlü ve hatta dramatik. Yazmaya başlarken, süreç içinde katiyen zorlanmadım da.
Şimdi sonucu nasıl bağlayacağımı katiyen bilemiyorum. Konunun kritikliğini göz önüne alırsanız sonucu neden kolay bağlayamadığımı da anlarsınız.
Adam bulunamadığı takdirde romana anlamlı bir sonuç bulabilmek çok zor.
Geri gelse de başka belalar ortaya çıkıyor. Çünkü o zaman da romanda adamın kapanış konuşmasını yapması ve ‘‘G’’ noktası konusundaki gerçekleri açıklaması gerekecek.
Bu meseleyi nasıl çözeceğimi bilemiyorum. Aşırı stres altındayım, haberiniz olsun.
Belki de yırtıp atarım her şeyi.
*Ê*Ê*
Tarih çok iyi bir öğretmen, buna inanıyorum. Bugünkü durumumuzu anlayabilmek için tarihi öğrenmemiz gerekiyor.
Örneğin son zamanlarda herkes şair olmaya başladı ya...
Ortalık şiirden geçilmiyor, biliyorsunuz.
Gerçi bunlardan bazıları şöyle şiirler:
‘‘Sabah erken uyandım.
Sokak boştu.
Manav daha açılmamıştı.
Sandıklar hüzünlüydü
Hüzünler sokakta yankılandı
Geldi benim yüreğime vurdu, geçti gitti.
Keşke vakvaklar geçseydi sokaktan. Ürkmeden.
Ve keşke kar yağıverseydi aniden
Cigaramın dumanı yağan kara bağırsaydı
EYYY İSTANBUL ne oldun sen!’’
(Dikkat dikkat, yukarıdaki şiir, davudi bir ses tonu ve yankılanan bir mikrofonla okunmalıdır. Aksi davrananlar hakkında kamuoyu beklentilerine karşı çıkmak, halkı üzmek ve yeterince arabesk olamamak suçlarından dolayı dava açılacaktır.)
*Ê*Ê*
Evet, gerçi şiirlerin çoğu böyle.
Ama olsun, Türkler'in aniden böyle şiir tutkunu olmaları, olmamalarından daha iyidir.
Tabii şu da var. Şiir sanatının huzur, güzel duygular, rahat bir ortam gerektirdiği, onun derinliğinin ancak bu tür koşullar altında daha güzel anlaşılacağını savunan teori de böylece ayaklar altına alınmış durumda.
Memlekette insanların huzurlu, güzel duygular içinde olabilmeleri gayet tabii ki mümkün değil.
Peki ama durum böyleyken nasıl olup da herkes ya şiir yazıyor, ya dinliyor, ya da bazıları maalesef bunları yüksek sesle okuyor?
Bunun ipuçları da tarihimizde var.
Biliyorsunuz Osmanlı'da padişahların tahta çıkar çıkmaz yaptıkları ilk iş, erkek kardeşlerini boğdurtmaktı.
Bunu kötü insan oldukları için değil, ülkenin çıkarları için yapıyorlardı.
Anlayacağınız, yapılan her boktan işe ‘‘ülke çıkarları’’ yaftasını asmak bize dedelerimizden kalan bir ádet.
Tahta çıkmak isteyen kardeşler arasında kavga çıkmasın, ülke bölünmesin diye onları hemen öldürtüveriyorlardı.
Padişahların bir özellikleri de hemen hepsinin şair olmalarıydı.
Yani anlayacağınız, şiir yazabilmek için güzel duygularla dolu olmak önşartı daha o günlerde Osmanlı tarafından ortadan kaldırılmış ve bu bizim genetik haritamıza işlenmişti.
İbrahim Sadri'nin o şiirlerinin geniş halk kitleleri tarafından böylesine ilgiyle dinlenmesinin altında bu tarihi gerçek yatmaktadır.
Tarihte başka gerçekler de var.
Örneğin, ben yolda doğru dürüst yürüyemem.
Oraya buraya batar çıkarım. Sık sık ayağım burkulur.Aşırı kalabalık da başımı döndürür. Karada tamamen sarsak haldeyimdir hep.
Ama siz beni bir de denizde görün.
Katiyen korkmam denizden.
Denizin en vahşi yaratığı, beni sokaktaki yaratıklardan daha az ürkütür.
Nerede su görsem kurbağa gibi içine dalarım.
Amcama göre bunun açıklaması basitmiş.
Kendisinin yapmış olduğu çalışmalara göre bizim sülale Turgut Reis'e kadar uzanıyormuş.
Soyadımız da zaten buradan geliyormuş.
*Ê*Ê*
Bu açıklama beni tatmin etti, ancak bazı açık noktaları var.
Örneğin alın babamı.
Turgut Reis babamı görse, kendinden utanır, hemen denizciliği bırakıp piyade eri olarak askere yazılırdı.
Babam su üstünde katiyen duramaz.
Bakın yüzemez demiyorum. Yüzememek ayrı bir olay.
Diyelim 40 santim sudayız, babam orada bile dikkat etmediği takdirde boğulabilir.
Birkaç kez amcam ve ben onu son anda kurtardık.
Dedemin su ile ilişkisi daha da azdı. Suyu sadece rakısına ilave edilecek bir lüzumsuz olay olarak nitelendirirdi.
Dedem sadece içki şişesinde bir balıktı.
Dediğim gibi tarih çok ipuçları veriyor çoğunlukla bugünleri anlamak için, ama bazen de bizim aile gibi bir deformasyona rastlayıp şaşırıveriyor.
(DİKKAT DİKKAT, ŞİMDİ SÖYLEYECEKLERİM CİDDİDİR. CİDDİYET ÇOCUKLARA ZARARLI OLABİLECEĞİNDEN BÜYÜKLERİN YAZININ BU AŞAMASINDA GEREKLİ TEDBİRLERİ ALMALARI TAVSİYE OLUNUR:
Taha Akyol'un ‘‘Osmanlı ve İran'da Mezhep ve Devlet’’ adlı kitabı bence cumhuriyet tarihimiz içinde yazılmış en önemli kitap. Mutlaka alıp okuyun, bugünleri daha iyi anlayacaksınız.
Tabii ben bu kitabı okurken bile kafama çeşitli muzurluklar geldi.
Yarın da bu konuda bir deneme yapmaya kararlıyım.)
Paylaş