Paylaş
SON günlerde, gazeteciliğe ilk başladığım yıllarda yaşadıklarımı çokça düşünmeye başladım.
Hep iyi anılar kalmış nedense aklımda. Her şeyin o kadar da iyi gitmesi mümkün olmadığına göre kötü olayları silip atmış olmalıyım kafamdan.
Aslında kavgaları, düşmanlıkları hatırlarken bile sıcaklık hissediyorum içimde.
İnanır mısınız, o tür şeylerde de birer komik yan vardı o zamanlar.
İçimde bir şeyler ‘‘cızz’’ ediyor o günlerde yaşananları hatırladıkça.
Ne bileyim ben, ilk şefimin bir başka gazeteci arkadaşa kızıp fırlattığı daktilonun tam kafamın yanından geçerek pencereyi tuz buz haline getirmesi.
Aslında daktilonun hedefi olan arkadaşımın, şef kendisine o daktiloyu hálá daha haber izlemeye gitmemiş olmasından dolayı attığını bildiği halde, yine de olaydan tam yarım saat sonra şefin yanına gelerek ona fıkra anlatmaya çalışması.
Daha ağzını açmadan şefin gözüne bakınca, öldürüleceğini anlayıp Kavaklıdere'ye doğru yokuş aşağıya koşması, şefin de onu taa Kuğulu Park'a kadar kovalaması...
Ne bileyim ben, bunları müthiş bir keyifle, sıcak hislerle hatırlıyorum hálá.
Artık haber odalarında bu tür, insanların birbirini yakından tanımasından, arada kıskançlıklar da olsa yakın arkadaşlıklar kurulmasından gelen sıcaklıkların pek yaşanmadığını düşünüyorum.
Özellikle 90'lı yıllarda gazetecilik mesleğinde bu tür hayat tarzına pek imkán tanınmamaya başlandı. Her şey yavaş yavaş soğuk şirket mantığının kurallarına uyduruldu.
Bir dönem öylesine kayıp gitti ellerimizden.
* * *
İlk çalıştığım gazetede Genel Yayın Yönetmeni Güneri Cıvaoğlu'ydu.
Yıllar sonra ben bir dizi huysuzluk, kavga ve inatlaşma sonucunda birbiri ardına gelen istifalarla işsiz kaldığımda, Güneri Bey bunu öğrendiği an bana cebinden yedi ay boyunca maaş ödedi ve aç kalmamı engelledi.
O dönemde iş ilişkileri böylesine kişisel boyuttaki dostluklara, sevgiye dayanırdı; bilmem bugün neden o günleri biraz hüzün, ama hep güzel düşünerek hatırladığımı bu örnek açıklayıcı oldu mu?
Onun genel yayın yönetmenliği sona erdiği gün ben de başka gazeteye transfer olmayı kafaya koymuştum.
İki teklif aynı anda geldi. Hürriyet ve Cumhuriyet beni muhabir olarak istemişlerdi.
Benim meslek yaşamımın zirvesi, işte bu iki gazeteden teklif aldığım gün yaşandı aslında. Ondan sonra yaptığım çeşitli kademedeki müdürlükler, dış muhabirlik, şimdiki köşe yazarlığı filan katiyen o gün duyduğum gurur ve keyfi bana yaşatamaz. Bu mümkün değil.
Artık böyle gazeteler arası transferler olamıyor, o nedenle mesleğe yeni başlayan ve başarılı olan genç arkadaşlar bu hazzı maalesef yaşayamayacak, üzgünüm onlar için.
Ekonomi muhabiriyim ve işe başlarken bana en büyük destek de Enis'ten (Berberoğlu) gelmiş. İlk günlerde bana yol göstermiş, bürokrat tanıtmış, basının yapısını anlatmış.
Enis Cumhuriyet'te, ben Gü- neş'teyim. O telefon etti, ‘‘Haydi gel bak, bizimkiler seni istiyor’’ dedi, bende ibre Cumhuriyet'ten yana döndü. Yalçın Doğan Ankara temsilcisi, oturduk anlaştık.
Cumhuriyet muhteşem bir gazete o günlerde. Hasan Cemal Genel Yayın Yönetmeni ve gazetenin gerek Ankara, gerekse İstanbul kadrosunda muhteşem muhabirler var.
Gazete 250-300 bin satıyor. Aradan 15 yıl geçti, bugün genç nesle bunu anlatsanız, hayal gördüğümüzü söyleyecektir büyük ihtimalle. Ama o gün bomba gibi gazeteydi Cumhuriyet ve birtakım önyargılı, içi kavga dolu insanlar izin verseydi daha da iyi olacaktı gazetenin konumu.
* * *
Neyse bunlar ayrı yazı konusu. Cumhuriyet'e ilk başladığım güm Sedat Ergin, Faruk Bildirici, Işık Kansu, Hakkı Erdem, Mustafa Balbay, Hasan Uysal, Evren Değer, Erbil Tuşalp, Enis gibi isimlerin bulunduğu odaya girdiğimde daha henüz üç yıllık muhabir olarak korkudan içim titriyordu, başarısız olacağım diye.
Bana Enis'in yanında bir masa verdiler ve bomba gibi çalışmaya başladık.
Düşünsenize, ikimiz de ekonomi haberine saldırıyorduk ve bilmem Enis bana katılır mı ama, o günlerde Cumhuriyet'te yayımlanan ekonomi haberleri gerçekten de çiviyi yerinden oynatır nitelikteydi.
İşte ben o günlerde Betül Uncular ile tanıştım. Çoğu muhabir ona ‘‘Betül Abla’’ diyor, ben kadınlara ‘‘Abla’’ diye hitap etmekten hoşlanmam, bu nedenle zorlanıyorum.
Ama bu ‘‘Abla’’ lafında ona, mesleğini yapışındaki titizliğe, dürüstlüğüne ve etrafına yaydığı güzel havaya duyulan saygının yattığını anlayınca ben de Betül Abla demeye başladım.
Gerçi çok yakın bir dostluk ilişkimiz olamadı; çünkü ben yine yerimde duramayıp iki ay sonra Hürriyet'e geçtim, ama o iki ay içinde onun herkes tarafından neden sevildiğini de anladım.
Aslında bütün bu yazıyı yazmamın nedeni, Betül Uncular'ın dün elime geçen kitabı oldu. Adı ‘‘Uçurumun Kıyısında’’ kitabın. Yıllar öncesine, Cumhuriyet günlerine götürdü beni kitap. Yarın devam etmeliyim...
Paylaş