Paylaş
YAZININ başlığının Türkiye'yi tanımladığını tahmin ediyorum ki herkes hemen anlamıştır.
Özellikle sosyal bilimlerde müthiş bir ideolojik kurutma operasyonu var bugün ülkemizde.
Bu nedenle Türkiye ‘‘teori üretme’’ konusunda Batı áleminin Afrika'sı haline hızla geliyor.
Bu sadece soyut anlamda bilim adamlarını ilgilendiren bir olay değil.
Bilim, sonuçta, biz farkına varsak da varmasak da hayatımızı direkt olarak ilgilendiren konularda içi tutarlı laf söyleme imkánını tanır insanlara.
Bunun bitirildiği, yok edildiği bir ortamda ‘‘fikir’’ olmaz, sadece var olan düzenin sözcülüğünü üstlenen cümleler olabilir ancak.
İşte bu nedenle bugünün Türkiye'sinde, gelir dağılımının bu kadar bozulduğu, insanların geçinememekten, yemeklerinden taviz vermeye doğru yöneldikleri bir ülkede bir yazar köşesinde ‘‘Bu şartlarda işçilerimiz bekledikleri ücret artışından fedakarlık yapmazlarsa, işlerinden fedakarlık yapmak zorunda kalacaklardır’’ diye yazabilmekte ve bundan da fazla rahatsızlık duymamaktadır.
* * *
Rahatsızlık duymamasının nedeni de çok basit.
Bunu yazan insan öyle zannedildiği gibi başkalarının kötülüğünü isteyen, insan sevmeyen bir kişi de değil bildiğim kadarıyla.
Ancak onun tek bir handikapı var: Yaşamakta olduğu düzeni ve bunun cümlelerden oluşan tanımlarını hayattaki tek doğru sanıyor. Öyle yetişmiş, öyle görmüş, samimi olarak inanıyor kendisinin alternatifsiz olarak gördüğü bu yaşam biçimine, bunun ideolojisine.
O bakış açısında gerçekten de ücretler ile işsizlik arasında bir bağlantı vardır.
Reel ücretler düşürülürse insanlar gerçekten işlerini kaybetmeyebilirler (gerçi bizim yarı-burjuvaların nerede, hangi noktada tatmin olacağı da belli olmaz ya o ayrı mesele).
Peki ama neden bu ikilemlerin içinde kalmalıyız, neden başka bir alternatifi söylemek bu kadar zor geliyor?
Neden bu memlekette acı reçete illa da işçinin, memurun, köylünün omzuna yıkılmak zorunda?
Örneğin neden sanayi ve ticaret kesiminde kár oranlarını tartışmıyoruz. Neden külfet olacaksa sanayici ve tüccar da bu memleketin üç yıl sonra daha düzgün bir ekonomiye sahip olabilmesi için kendi üstlerine düşen görevi yapmıyor?
Neden bir ekonomi yazarı da çıkıp kárlardan pay alınmalı ve bunlardan yeni iş alanları oluşturmak ve işsiz kalanların eğitimi için fonlar yaratılmalı demiyor, diyemiyor.
Neden bunları tartışmak insanlara korkunç geliyor? Neden tüm Batı álemi bu konuları gayet rahat hiçbir ideolojik suçlamaya filan girmeden tartışırken bizim ülkede tartışma konusundan rahatsız olanlar kendi dünyaları sarsılınca hemen rahatsız oluveriyorlar.
Bütün bunları anlamak bir açıdan kolay, bunun teorisi yapılabilir ama bir açıdan da bunu anlamak çok zor çünkü ülkemizin geleceği söz konusu ve hemen herkes inanılmaz biçimde sanki böyle bir gelecek katiyen yokmuş gibi gününü gün ederek yaşamaktan başka bir şey de düşünmüyor.
Hayret ve pes doğrusu.
* * *
Bu döneme 1980 ihtilali ile gelindi.
Darbe hükümetleri sistematik biçimde Türk üniversitelerini tahrip ettiler.
Girişilen ilk işlerin başında bu geliyordu ve binlerce bilim adamı tasfiye edildi.
Türkiye'de adına üniversite denilen kurumun bu tasfiyeden sonraki gelişimi hayli trajiktir.
Özellikle sosyal bilimler alanında ‘‘fikir üretilmemesi’’ üzerine kurulu bir strateji izlendi üniversiteler hakkında.
Aslında liseyi tekrar etmesi o gereken insanlar çok farklı gerekçelerle ve politik bağlantılarla üniversitelere araştırma asistanı, yardımcı doçent diye alındılar.
Siyasi çıkar bağlantıları sayesinde bunların çoğu hak etmeden profesör filan oldu.
Bu arada adından başka hiçbir yeri şehre benzemeyen yerlere üniversite adı altında köy kahvesinin biraz daha moderni görünümünde yerler açıldı.
Espri olarak değil gayet ciddi biçimde buralara yeteneksiz hocalar gönderildi ve buralar üstelik ‘Üniversite’ mezunu bile vermeye başladılar.
Tabii bunların anında işsiz kalacağı baştan belliydi ama olsun, adı üniversiteydi ya, o yeterdi de artardı bile.
* * *
Bu ortamda alternatif fikir üretilmesi süreci yok edildi rahat biçimde.
Büyük bir boşluk oldu fikir áleminde ve bu boşluğu doldurmak için gayet planlı bir iş başlatıldı.
İşadamları fiziksel görünümleriyle Avrupa ülkelerinde bile zor görülebilecek üniversiteler açmaya başladılar.
Tabii buralarda da öncelikli hedef üniversiteyi açan sermayenin grubuna adam yetiştirilmesiydi. Yani aslında oralar da aslında tam olarak üniversite filan değil mesleki eğitim kursuydu bir anlamda.
Böylece kısır döngünün çemberi tam anlamıyla tamamlanmış oldu.
Fikir'in öldürüldüğü ülkede, aslında tek işi böyle kabul etmekten başka çaremiz bulunmadığı söylenen gündelik yaşamı meşrulaştırmak olan ideolojik kurumlar ortaya çıkıverdi bir anda.
Onun için bugün Türkiye maalesef geleceğini göremeden yaşamaya çalışan bir ülke halinde işte.
Paylaş