Paylaş
TÜRKİYE'de yazarlık, gazetecilik son derece heyecanlı meslekler aslında.
Bir ülke düşünün ki krizden hiç kurtulmuyor ve her yeni kriz dönemi de kendine özgü abukluklar yaratıyor.
Muazzam bir malzeme var yani önümüzde her zaman.
Hiçbir zaman ne yazacağım diye zorluk çekilmez bu ülkede bence.
Üstelik fazla yaratıcı olmanıza da gerek yok, sadece iyi gözlemleyip bunu aynen aktarsanız da işler kendiliğinden yürür.
Aziz Nesin'in bir mizah yazarı olarak gizli gücü de buradaydı zaten. Malzemeyi görmüş, onu iyi kullanmasını bilmişti.
Onu hatırlamamın nedeni, aşağıda size aktaracağım olay.
Bu gerçekten olmuş. İşadamı arkadaşımın ismini vermiyorum, bazı küçük detayları değiştireceğim hikáyede, ama olayın muhteşem yanı gerçek olması.
Bir tek Türkiye'de olabilir bu, bunu da unutmayın.
Son kriz dönemine özgü bir olay bu yaşanan; yani anlayacağınız yeni dönem kendi mizahını da geliştirmeye başladı çoktan beri.
* * *
İşadamı arkadaşımın İstanbul'da orta büyüklükte bir fabrikası var. Ne ürettiğini söylemeyeceğim, konu açısından önemli de değil bu.
Son kriz nedeniyle o da harcamalarını minimum düzeye çekmek zoruna kalmış.
Zaten fazla işçiyle çalışmıyor, çalıştıkları da yıllardır onunla yola çıkmış insanlar, o yüzden o masrafta bir kısıntı yapması mümkün değil.
Arkadaş da ne yapsın, kendi giderlerini minimuma indirmiş. Odasını filan iptal etmiş, makinelerle dolu köşeye bir masa taşımış, faksını, telefonunu oraya koymuş, işleri oradan yürütmeye başlamış.
Zaten bütün gün üretim sürecinin de içinde, işçilerle omuz omuza çalışan bir insan kendisi. Makinelerin gürültüsünden, yağ lekesinden bile hoşlanıyor, öylesine bir fanatik anlayacağınız.
* * *
İşler böyle giderken bir gün bir mesaj gelmiş.
Ürettikleri malın alıcısı olan firmanın Almanya'daki genel merkezinden bir yetkili, arkadaşın fabrikasını ziyaret edecek, bunu bildiriyorlar. Almış mı arkadaşı bir panik. Üretim sürecinde bir problem yok, kaliteli mal da çıkıyor, ancak arkadaş hayatta bazı şeylerin sembol olarak önemi olduğunun da farkında.
Bir fabrika sahibi, bir patron olarak kendisinin odası bile olmamasının, makine yağı ile kaplı bir köşede çalışmasının son derece kötü imaja neden olacağı gayet net.
Böyle krizli dönemlerde, rekabetin de yoğun olduğu bir sektörde zor şartlar altında ayakta kalma mücadelesi verilirken ‘‘imaj problemi’’ ile müşteri kaybetme riskine girmek gayet tabii ki manasız.
Bunu düşünen arkadaşım, Alman şirket yetkilisinin geleceği gün için hemen bir acil eylem planı yapar.
* * *
O gün için geçici bir oda ayarlanır. İçindeki bütün makineler çıkarılıp, oda parlayıncaya kadar temizlenir.
İşler vaktinde de bitmez. Misafirin öğle saatlerine doğru geleceğini bildirdiği güne de sarkar işler. O gün arkadaşım geçici odasına konulmak üzere bazı masa ve koltukları bir başka arkadaşından ödünç alır.
Bunları bir kamyonete koyar. Her şey yolunda gitsin diye arabayı bile kendisi kullanmaktadır, zira biraz gecikme olursa işler aksayacaktır.
Yıldırım hızıyla fabrikasına gider, kapıya yanaşır.
Eşyaları indirmeye başlar.
Kendi adamlarının çoğu o anda üretimdedirler. Kapının önünde durmakta olan bir çocuk ile bir başka adamdan da yardım ister.
Onlar da işe koyulurlar. Masaları, iskemleleri geçici odaya taşıtır.
Neyin nerede duracağına da bir türlü kolay karar veremez. Mali işlerine bakan yardımcısını yardıma çağırır, kapının önünde duran adama koltukları bir o yana bir bu yana çektirerek, en güzel görünümü verdirmeye çalışırlar odaya.
Tabii bu arada kendilerine bu kadar büyük sorun yaratan Alman misafir hakkında da o anki gerçek hislerini ifade ederler de.
İş biter. Arkadaşım tam kapının önündeki adama birkaç kuruş para vermek üzereyken adam elini uzatır ve İngilizce olarak ‘‘Bayım ben Almanya'da beklemekte olduğunuz misafirinizim. Kusura bakmayın biraz erken geldim’’ der.
Arkadaşımın gözü kararır, ama bu arada Alman misafirin Türkçe anlayıp anlamadığını da son derece merak eder gayet tabii ki.
İşte böyle; alın size yüzde yüz kanlı-canlı, yüzde yüz Türkiye'ye özgü ve yüzde bin beş yüz Aziz Nesin'lik bir gerçek yaşam öyküsü.
Paylaş