Paylaş
İki adet Kava Kava, iki adet St. John's Worth, bir adet sarmısak hapı, bir adet magnezyum alarak yürüyüşe çıktım o sabah.
Hürriyet üst yönetimi ile olan uzlaşmaz çelişkimin fiilen düşmanlığa dönüşmüş olduğu üçüncü gündeydim.
Aslında normal olarak bu hapların toplam etkisiyle insan ‘Guguk Kuşu’ filmindeki beyin lobunun bir bölümü alınmış hasta kadar sakinleşmeliydi.
Ben ise sakinleşemiyordum.
Bazı isimleri hatırladığımda karnımdan başlayıp midemi teğet geçerek yola çıkan bir ektrasistol harekátı, kalbime kadar gidiyordu.
Panikledim.
Yanlış anlamayın, ölmekten fazla korkmuyorum.
Ama ölümüme bu üst yönetim neden olursa işte bunu kabul edebilmem mümkün değildi.
Düşünsenize, mezarımda ‘Hürriyet üst yönetimi ile uzlaşmaz çelişki yaşadı, sinirlendi ve öldü’ yazdığını.
Bu utancın mezartaşımda sonsuza kadar taşınacağı düşüncesi de paniğimi artırdı.
***
Biraz sakinleşirim belki diye yürürken şarkı mırıldanayım dedim.
İşte o anda sinir sistemimin tamamen tahrip olduğunu daha da iyi anladım.
Çünkü aklıma şarkı olarak bir tek ‘Aman petrol, canım petrol’ şarkısı geliyordu.
Dünyada bu kadar şarkı varken tarihe ‘dünyanın en kötü ikinci şarkısı’ olarak geçmiş olan şeyi hatırlamam benim insan olarak tamamen bittiğimin bir göstergesiydi.
Dünya tarihinin en kötü birinci şarkısı ise ‘Opera’ydı ama Allah'tan ondan tek bir kelime bile hatırlayamıyordum.
Yapacak bir şey yoktu, hatırladığım tek şarkıyı mırıldanmaya çalıştım.
Bilinçaltımda stok fazlası olduğu da o an ortaya çıktı, çünkü şarkıda petrol lafının geçtiği her yerde Hürriyet lafını koyarak mırıldanmaya başlamıştım bunu.
‘Aman Hürriyet, canım Hürriyet, zincirlerim senin elinde Hürriyet’.
Feci bir durumdu, feci...
***
Yazı yazmayışımın üçüncü günündeydim.
Hem sinir, hem yazamama üst üste binmişti.
Evde de Rana (Guguk Kuşu filmi örneğini sürdürmek gerekirse sadece bana konsantre olmuş, gerçek yaşamdaki Hemşire Rachet) konuşmamı engellediğinden 72 saat boyunca dış dünya ile komünikasyon kurabilmem mümkün olmamıştı.
Bunun bir yerde patlayacağı belliydi.
Karşıdan karşıya geçerken caddenin tam yarısında ışık kırmızıya dönüştü.
En öndeki araba bana korna çaldı ve arabayı üstüme sürmeye başladı.
Ben de onun açık duran camının yanına gittim, bu şekilde davrandığı için sülalesini aganigi naganigi yapacağımı anlattım.
Ayrıca ‘‘Arabadan in de seni de aganigi naganigi yapayım’’ dedim.
Pezevenge bak yani ne yapayım yolun ortasında, uçayım mı itoğlu it.
Arabadan inmedi.
Ya benim hayatta sadece iki kez kavga girişiminde bulunup ikisinde de feci şekilde dayak yediğimi bilmiyordu.
Ya da içimdeki biriken kin o anda yüzüme öylesine yansıyıp, adama konsantre olmuştu ki dediklerimi gerçekten yapacağımı kızgın anımda daha da feci şaşılaşan gözümden okumuştu.
***
Bu patlama da kinimi yok etmemişti.
Kinimi hafif söndürecek cinayeti işlemek için taaa İkitelli'ye gitmem gerekiyor.
Nişantaşı'ndan ve hatta bütün İstanbul'dan oraya kalkan otobüs de yok.
Birden o anda bizim üst yöneticilerin neden İkitelli'ye taşınmakta pek de hevesli olduklarını anladım.
Böylesine bir gün için hazırlık olsun diye, tedbiri baştan alalım da cani yazar bize ulaşamasın diye oraya kaçmış olmalılar.
***
Askeri müzeye doğru yürümeye başladım.
Aslında tam tersi istikamete, Amerikan Hastanesi'ne doğru gitsem daha iyi olacaktı çünkü sinirsel ektrasistolüm de artıyordu.
Birden o sesi duydum.
Mehter Marşı çalıyordu. İlk önce öldüğümü zannetim çünkü normalde mehter marşını hatırlamam mümkün değildi.
Ama sadece Müze'nin bahçesinde Mehter Takımı prova yapıyordu...
Birden içimi müthiş bir huzur kapladı.
Kendi kendime dedim ki: ‘‘Oğlum Serdar. Hürriyet yönetimiyle muhatap olmasalar da, yazıları yayınlanmıyor diye bir sorunları bulunmasa da bu adamların durumu senden daha kötü be. Sen en azından sabah sabah mehter marşı çalmak zorunda değilsin şükret haline.’’
Sonunda rahatladım.
(Yarın: Türkiye'de inekler neden zayıf?)
Paylaş