Paylaş
CUMHURIYETÇİ kadronun o günlerde var olan koşullarda önüne koyduğu ‘Yeni bir birey’ yaratma hedefi çok zor gerçekleşebilecek, sancısı çok olacak bir süreçti.
Kendim için konuşayım, en azından ben bugünkü varlığımı, davranış biçimimi, yaşam biçimimi o kadroların başlatmış oldukları sürece borçlu olduğumu biliyorum.
Benim kendimle ilgili olarak ifade ettiğim bu ‘borç’ aslında Türkiye'de aydın olmaya çalışan insanların bir dramıdır da.
Çünkü biz bir yandan özgürce düşünüp, Batılı gibi yaşayıp, tavırlar alırken bir yanda da toplum hakkında düşünmek ve doğruları söylemek zorundayız. Varlık nedenimizin önemli bir boyutu bu.
Tabii ki Cumhuriyetçi kadronun uyguladığı proje bir tür toplum mühendisliğiydi.
Ve dünyadaki her toplum projesinde olduğu gibi, doğası gereği antidemokratik öğeler de içermekteydi.
Dolayısıyla varlık nedenlerini bu toplum projesine borçlu olan özgür düşünebilen aydınlar, süreç hakkında düşünüp yazarken aynı zamanda bunu eleştirmek, antidemokratik yanlarını ortaya koymak gibi bir zorunluluk, psikolojik ağırlığı büyük olan bir zorunlulukla da karşı karşıyadırlar.
Bugün 28 Şubat süreci toplumun bazı kesimlerince tamamen antidemokratik, bazılarınca ise ‘demokrasinin kurtuluşu’ olarak algılanıyorsa ve aydınlar bu süreci tartışırken hálá daha sürecin antidemokratik unsurlarına ağır eleştiri getirebiliyorlarsa, bu tarihsel süreç içinde tamamen normal ama aynı zamanda da içinde trajedi içermekte olan bir durumdur.
* * *
Cumhuriyetçi kadronun yeni bir birey, vatandaş yaratma projesi aslında demokrasiyle çelişen bir projeydi.
Bu nedenle 1946 yılına kadar olan tek parti iktidarı döneminde bu proje nispeten sorunsuz işlemiştir.
Bu proje, ancak devlet politikalarıyla hükümet politikaları arasında çelişki olmadığı sürece sorunsuz olarak uygulamaya konabilmiştir.
Demokrat parti iktidara geldiği anda devlet politikalarıyla hükümet politikaları arasındaki muazzam uyum bir anda paramparça oldu.
Demokrat Parti'nin köylülüğe yani ‘Öteki Türkiye’ye dayanan politikaları devlet politikasının normal işleyiş sürecine sekte vurmaya başladı. (Ben bugünkü Fazilet Partisi'nın Demokrat Parti'nin gerçek devamı olduğunu işte bu nedenden dolayı düşünüyorum.)
1960 İhtilali'ni sadece Demokrat Parti'nin son dönemindeki hukuka aykırı uygulamalarına bir tepki olarak görmek tarihi anlamamak olur.
Cumhuriyeti kuran kadronun çekirdeğinde yer alan askerler, daha ilk günlerde konulan yeni bir toplum ve birey yaratmak hedefine giden yolda ortaya çıkacak ‘pürüzleri’ çözmek zorundaydılar.
1960 İhtilali devlet politikalarıyla hükümet politikalarının yeniden birliğini sağlama yolunda atılmış bir ilk adımdı.
Başarısız bir adımdı çünkü askerlerin toplum projesi her zaman Batı türü bir demokrasiyi de içeriyordu, her darbeden sonra buna kısa sürede geri dönüldü ve yine her geri dönüşten sonra devlet politikasıyla hükümet politikalarını birbirinden koparmaya yönelik siyasi hareketler -doğal olarak- ön plana çıktı.
Ve kısırdöngü hep yeniden başladı.
* * *
Türkiye'deki darbelerin tümünde başından bu yana değiştirilmeyen devlet politikası ve bunun içerdiği toplum projesi ile bundan sapma eğilimi gösteren hükümet ve o hükümetin toplum projesini yeniden bir araya getirmek amacı vardır.
Süleyman Demirel'in yaşamını incelerseniz, onun bu çelişkiyi bizzat yaşadığını ve tüm hayatını da devlet politikasıyla hükümet politikasının farklı olmasının mümkün olmadığını anlamak süreciyle geçirdiğini görürsünüz. Sonunda bunu tam anladı ama Cmhurbaşkanlığı süresi uzatılmayınca da sonunda belki de haddinden fazla kavradığı bu sürece yapabileceği katkılar yarıda kaldı.
28 Şubat aslında bir anlamıyla en başarılı darbeydi de çünkü darbe yapmaya gerek duyulmadan ve ilk kez toplumun büyük kesiminden ‘devlet politikasıyla hükümet politikasının birbirinden farklı olmaması’ konusunda destek alınarak yapılan bir toplum mühendisliğiydi.
Bundan önceki darbelerde en azından görüntüde bu destek yoktu. O darbelerde destek darbeden sonra, ideolojik denetim mekanizmalarıyla oluşturuldu hep.
Bunu anlamak çok önemli çünkü toplumun dinamik kesimleri o dönemde, geleneksel olarak eleştirdikleri ve eski dönemlerde antidemokratik olarak gördükleri hükümet ve devlet politikalarının aynı olması zorunluluğuna gönüllü olarak destek verdiler.
İşte ben bunun için Refah Partisi'nin iktidardayken Türkiye'ye büyük bir kötülük yaptığını düşünüyorum.
O iktidar bizde yıllardır büyük mücadelelerle kurulmuş olan ve gönüllerde yer etmiş olan yaşam biçimimize çok büyük bir saldırıda bulunarak, bu yaşam biçimini savunmak için var olan güçlerin hükümet ve devlet politikalarını aynı hale getirmeye yönelik tüm davranışlarını da toplum gözünde bir anda meşrulaştırdı.
Son günlerde Cumhurbaşkanı ile hükümet arasında yaşanan mücadelenin temelinde de devlet politikasını tek hákim kılmak arayışı yatmaktadır ve bunun dışında farklı bir politika oluşmasına yönelik çabaların sert tepki görmesi de işte bu nedenledir. Ve evet bu bir devlet krizidir de, Ecevit haklıdır çünkü tarihte ilk kez kriz devlet ile hükümet politikaları arasında değil de devlet politikasını oluşturacağı varsayılan birimler arasında yaşanmaktadır.
Bunun sonucunda krizi çözecek normal bir mekanizma bulunamadığı takdirde bundan sonra çıkabilecek devlet ve hükümet politikaları arasındaki anlaşmazlıkların da rahat çözülebilmesi olasılığı ortadan kalkacaktır.
Ecevit'in son günlerdeki endişeli davranışları da bu nedenledir.
Paylaş