Paylaş
11 Ağustos tarihli ‘‘Yeni Şafak’’ gazetesinde Mehmet Barlas ‘‘28 Şubat'ın tek nedeni Refah mıydı?’’ başlıklı bir yazı yazdı.
Sorusundan da anlaşılabileceği üzere Barlas buna ‘‘Hayır’’ cevabını veriyor.
O dönemde Refah'ın iktidardayken bazı hatalar yapmış olabileceğini kabul ettikten sonra, Barlas şöyle devam ediyor:
‘‘Ancak 28 Şubat'ın tek faktörü ve sorumlu tek aktörü Refah ve Erbakan değildir. Hiç unutmayalım. 28 Şubat Türkiye'de sivil siyasete yapılmış ilk askeri müdahale de değildir. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 askeri müdahaleleri ve bazı darbe teşebbüsleri.... Türk demokrasi tarihinin gerçekleridir. 27 Mayıs darbesi ile devrilen Adnan Menderes ve hem 12 Mart hem de 12 Eylül'de başbakanlıktan ayrılan Süleyman Demirel ‘şeriatçı' mıydılar?’’
Böyle diyor Barlas ve meseleyi Türkiye’de askeri müdahaleler geleneği perspektifinden ele almazsak konuyu anlayamayacağımızı söylüyor.
* * *
Şöyle bir durum çıkıyor ortaya. Sanki bu memlekette askerler zaten sürekli darbe hazırlığı içindedirler. Bunların geleneği budur ve bir fırsatını buldular mı, bir açıklık yakaladılar mı hemen darbe yaparlar.
Bu tür meselelerin ele alınışında hep aynı hataya düşülüyor. İki taraf oluşuyor tartışmada. Ya orduya zaman zaman çok sert ifadelerle yükleniliyor, ya da gözü kapalı bir destek verme çabası içine giriliyor.
Bu, Türkiye'de Silahlı Kuvvetler'i açık bir şekilde, sosyolojik bir olgu olarak tartışma anlayışının katiyen olmamasından kaynaklanıyor.
Açıkça söylemek gerekir ki bu anlayışın oluşamamasında Silahlı Kuvvetler'in de rolü büyüktür. Çünkü demokratik dönemlerde bile TSK kendisiyle ilgili herhangi bir eleştiriye her zaman çok sert cevaplar vermiş, bu eleştiriyle katiyen bir diyaloğa girmeyerek, sonuçta eleştiri-üstü tek kurum olduğunu göstermek istemiştir.
Gelinen nokta ise bellidir. Yapılan hatalı davranışlar iyi niyetli bir ortamda bile tartışılamadığı için sonuçta 28 Şubat sürecinin tüm toplumsal sorumluluğu ‘perde arkasındaki’ askerlere yüklenmekte, böylece asıl sorunu tespit etme imkánı tamamen ortadan kalkmakta, yine büyük bir bölünmeye doğru gidilmektedir.
* * *
Doğrudur, Türkiye'de bir askeri müdahale geleneği tabii ki vardır. Bu geleneği hepimiz çok sıcak bir şekilde yaşadık, biliyoruz.
Ancak askerler ‘‘Madem bizim bir geleneğimiz var, o zaman bari bunun icabını yerine getirelim’’ diyerek harekete geçmiyorlar herhalde.
Tarihimizi kısaca hatırlamak gerekiyor bu aşamada.
Cumhuriyeti ilan eden kadrolar çok önemli bir toplumsal projeyi uygulamaya başlamışlardı.
Büyük çoğunluğu köylü olan, okuma yazması bulunmayan, sanayisi bulunmayan, üretmeyi bilmeyen bir toplumu Avrupalı yapmaktı bu projenin adı.
O dönemde Avrupa'nın anlamı, o kadronun içinden çıkıp geldiği, yakından tanıdığı ve örnek aldığı bir coğrafyaydı.
Ve bu projenin önemli bir boyutu da Türkiye'yi dini esaslara dayalı olarak yaşamaya çalışan bir ülke olmaktan çıkarmaktı.
Dinin reddedilmesi değildi tabii ki bu ama reddetmekten çok daha zor bir amaca yönelikti.
O kadrolar İslam dininin bireyden talep ettikleri ile Türkiye'ye kendi koydukları Avrupalı bireyler yetiştirme hedefinin illa da çelişmesi gerektiğini düşünmüyorlardı.
‘‘Laiklik’’ bu süreci açıklamakta yetersiz kalan bir kavram. Çünkü laiklik din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını anlatıyor. Bizim cumhuriyet tarihimizde ise kendimize koyduğumuz hedefler laiklik kavramını aşan bir noktada.
Cumhuriyeti kuran kadrolar ele aldıkları büyük çoğunluğu köylü, üretmeyen, dünyadan habersiz olan insanlardan oluşan bir nüfustan çağdaş bireyler yaratırken, bir yandan da dinin bu bireysel dünyadaki yerini de tanımlamak zorundaydılar.
Çünkü bu tanımlama yapılmadığı takdirde muhalefette olan dini akımlar cumhuriyetçi kadronun koyduğu hedeflere karşı, tamamen farklı bir birey öneriyorlardı, bu tanım oluşan boşluğu doldurmaya başlıyordu ve ne yazık ki bu iki tanım birbiriyle tamamen zıttı.
* * *
Bugün ‘‘sosyolojik’’ yazılar yazan insanlar cumhuriyetçi kadroların bu ‘‘toplumsal projesini’’ eleştiren yazılar da yazıyorlar. Geçmiş eleştirilecek tabii ki, bu normal.
Ancak ta o zamandan itibaren verilmekte olan mücadelenin ‘‘bir yaşam tarzı’’ mücadelesi olduğu, cumhuriyetçi kadroların o toplumsal projesi olmasaydı bugün ‘‘sosyolojik yazılar’’ yazan insanların belki de olmayabileceği bir Türkiye'ye gidilebileceği zaman zaman unutuluyor.
Demokrasiyle ilgili tartışmalarda zaman zaman ben de unutuyorum bunu.
Ve sonuçta aynı tarihsel sürecin ve mücadelenin net bir devamı olan 28 Şubat meselesinde de ‘‘suç’’ askerlere atılarak, o dönemde iktidardayken ‘‘alternatif yaşam biçimini’’ topluma empoze etmeye çalışan iktidarın sorumluluğu da unutulabiliyor.
Konu önemli. Yarın devam edeceğim.
Paylaş