Paylaş
Bu durumda bizim yönetim-ci ne yapar?
Önce ne yapmayacağını söyleyeyim:
Birincisi, asla çalışanını anlamaya, empati yapmaya çalışmaz. Acaba sorun nedir? Varsa sorunu nedir? Özel hayatıyla mı ilgilidir yoksa işiyle mi? İşle ilgiliyse, haklı gerekçeleri var mıdır? Tabii zinhar “Acaba bizim (de) bir noksanımız, yanlışımız var mı?” diye kendini sorgulamaz. Zaten bunu yapacak yürek onda yoktur.
Sonra asla çalışanını kazanmaya çalışmaz. Daha iyi değerlendirebileceğimiz, daha mutlu ve verimli çalışmasını sağlayacağımız bir göreve getirebilir miyiz? diye düşünmez.
Söz konusu çalışanı bir kahve içmeye çağırıp (tabiri hoş görün, çok maço bir laf ama) ‘erkek gibi’ yüzüne karşı “Senin hakkında şöyle şöyle eleştirilerim var. Çalışmanda, davranışlarında şöyle bir değişiklik görüyorum. Bir sorun mu var? Varsa, birlikte çözmeye çalışalım…” demez, diyemez. O yürek onda yoktur.
Yani, bir yönetim-ciden beklenen asgarînin asgarîsini bile yerine getir(e)mez. Aslında kötü niyetten de değil üstelik; yetersizlikten ve yeteneksizlikten.
Ayrıca şunu bile yap(a)maz:
Çalışanı karşısına alıp, “Sende şu şu noksanları, hataları görüyorum. Bu saydıklarım birlikte çalışmamıza engel…” deyip ya çalışana bir süre tanımak, ya da kendisine (adam gibi) teşekkür edip yolları ayırmak…
*
Peki bizim yönetim-cimiz ne yapar?
Genellikle sorunlar karşısında Churchill’in o muhteşem tespitini uygular: “Belli bir süre ilgilenmediğiniz sorun, yarı yarıya halledilmiş sayılır”.
Yani sorunun kangrene dönüşmesini bekler.
(Tabii bu sırada, hakkını yemeyelim, çalışan da sorununu yöneticisiyle paylaşmaz, vır vır konuşur, ‘ne kaa ekmek’ diye işi serer vs… Yönetici bizden de, çalışan İskandinav mı sanki?)
Bu arada yönetim-cimiz, söz konusu çalışanın arkasından konuşur, yüzüne söylemeye cesaret edemediği şikayetleri olmayacak insanlarla (hatta söz konusu çalışanın emrinde çalışanlarla) paylaşır. Çirkin ayak oyunlarıyla çalışanı itibarsızlaştırır; hiç çalışamaz hale getirir. Elindeki bir yetkiyi, bir görevi alacaksa bunu, kendisine haber vermeden, mümkünse izinde yahut dış görevdeyken yapar. Sonra o çalışanla karşılaşmamaya gayret eder, rastlarsa görmezden gelir, sekreterine meşgul dedirtir falan.
Bir müddet, huzurunu kaçırarak, sinirini bozarak, bir anlamda mobbing yaparak kendi gitsin diye bekler. Gerekirse, merkez valisi gibi boş oturup maaşını alacağı bir kenara iteler. Bu arada yıl sonunda maaşına zam yapmamak, şirketin aktivitelerine davet etmeyi unutmak gibi aşağılık hamleleri de ihmal etmez. Kendisi emretmese, yağcıları gereğini yapar zaten.
Sonunda, şu veya bu şekilde, ipler kopar. Ya çalışan ‘Allah belanızı versin!’ diyerek gider, ya da işine son verildiği, şirketin kıdemsiz bir memuru yoluyla kendisine tebliğ edilir.
Şirket zaman, para ve daha da kötüsü itibar kaybetmiştir.
Giden, şirketin ‘kötü niyet elçisi’ haline dönüşmüştür; hıncı geçene kadar aleyhte reklam yapacaktır. Ki bu abartılı suçlamaların, dudaktan kulağa (üstelik de artık sosyal medyadan) yayılarak şirkete vereceği zararı prestij ilanıyla falan telafi edemezsiniz.
Tabii, muhtemelen şirkete çok emek vermiş eski bir çalışana yapılan bu muamele, şirketin kalan çalışanlarının da bağlılığını ve verimini etkileyecektir.
Ve sonuçta, şirketin, daha bir personeli bile yönetmekten aciz bu tepe yöneticisine, yıl sonunda hak ettiği prim kuruşu kuruşuna ödenecektir.
Not: Serdar Devrim'in bu sitede yer almayan eski İK yazılarını http://serdardevrim-ik.blogspot.com.tr/ adresinde bulabilirsiniz.
Paylaş