Paylaş
GALATA Köprüsü’nün altındaki mekânlardan birine oturmuşum, manzarayı seyrediyorum.
Mekânın tabelası burayı “bar” diye tarif ediyor ama ben kuşkuluyum. İsteyen çay içiyor. İsteyen rakı-balık takılıyor. Nargilesi de var. İsteyen bira veya meşrubat tüketiyor. Kahve mi, kafe mi, nargile salonu mu, lokanta mı, anlayamazsın.
Haftanın üç günü canlı müziği bile varmış. Müzik yaptıklarında “damsız” müşteri almıyorlarmış. Türk sanat müziği veya pop şarkılar icra ediliyormuş.
Çoğu yabancı turist olan müşteriler de bu müzikle dans ediyormuş. Sırf“Türk sanat müziği ile nasıl dans edildiğini” görmek için bile buraya gelinir.
* * *
Mekânın bir yanı Haliç’e bakıyor, diğer yanı Topkapı Sarayı’na. Sarayın denize uzanan harika bir silueti var.
Önümden geçen garsonlara sarayın sivri bir külah gibi yükselen Adalet Kulesi’ni gösterip “Bu nedir?” diye soruyorum.
Öyle imtihan eder gibi değil, meraklı taşralı gibi. Sınavda çalışmadıkları yerden soru gelmiş gibi kilitleniyorlar. Ve ilk kez akıllarına gelmiş gibi sarayın siluetine merakla bakıyorlar.
SARAYIN NÖBETÇİ KULÜBESİ
Dört garson tamamen suskun, beşinci garson ise o sivri yapının “Nöbetçi Kulübesi” olduğuna inanıyor. Beni böylece aydınlattıktan (!) sonra komiye sesleniyor:
“Hamid, abinin birası ne oldu?”
Suriyeli Hamid haftada 350 lira alıyormuş. Bizimkiler o paraya ağız açmadan çalışırken, Suriye’den gelenler iş beğenmiyormuş. Bundan önceki iki mülteci garson 300 lira haftalığı beğenmeyip, işi bırakmış.
“Neye güveniyorlar? Bunlara el altından maaş mı veriliyor?” diyorum, işin orası bilinmiyor.
Görünen o ki mültecide özgüven dört dörtlük, TC kafa kâğıdı taşıyanlar ise bu ortamın ezikleri. Meraklanıp Hamid’i seyrediyorum. Acaba “Bulunmaz Bursa kumaşı” dedikleri türden biri mi diye.
Üç-beş kelime Türkçe biliyor. Mutfaktan getirdiği tepsiyi kendisi servis edemeyip bizden bir garsona devrediyor. Sıfır tecrübe, sıfır bilgi, üstelik “haline şükretme” refleksini Suriye’den kaçarken, arkada bırakmış.
Tek biraya 14, bir çay tabağı fıstığa 13 lira ödeyip kalkıyorum.
SERVİSLE GELEN BEBELER
Dönüşte Taksim’e uğruyorum. Meydana beyaz bir minibüs geliyor. Meydana araçla girmek sivile yasak ama o minibüs heykelin dibine kadar sokuluyor. Atatürk’ün, İsmet ve Fevzi paşaların dik dik bakmasına aldırmadan, duruyor.
Şoför mahallinden bir sivil inip yandaki İrili ufaklı bir sürü çocuk araçtan dışarı fırlıyor. Şen şakrak bağrışarak meydana dağılıyorlar. Dilleri Arapça.
Çocukları salan adam, meraklı halimi görünce bana “ters bir bakış” atıyor, mesajı alıp uzuyorum. Minibüsten getirdiği çocukların birkaçına İstiklal’de rastlıyorum.
Her biri bir yerlerde diz kırıp, çökmüş; seslerinin en içli haliyle sızlanıp dileniyorlar. Peki, o minibüs ne? Sektöre servis hizmeti mi veriyor? Cevabım yok.
Bir başka olayı, o olayı yaşayan kişiden dinliyorum:
“Suriyeli bayanla 400 liraya anlaştım, bir otele gittik. Parayı ödedim. Bir telefon geldi. Bayan çantasını odada bırakıp, dışarı çıktı. Pencereden kapıda duran bir sivil aracın yanına gittiğini gördüm. Geri döndüğünde niye gittiğini sordum. Paranın yarısını vermek için, dedi. Paranın yarısı gitmiş ama yine de keyfi yerindeydi.”
“Kimmiş onlar, kadının muhabbet tellalı mı?”
“Değil abi, gerisini kurcalama. Boş ver.”
* * *
Tuhaf şeyler oluyor İstanbul’da.
Pasaportsuz olmak veya vize süresini geçirmek İstanbul’un kaçakları için kesinlikle sorun değil. Zulasında “150 dolar” taşıyan her şeyden yırtıyor.
Bir gün başın kimlik gösteremediğin için belaya girerse “Suriye mültecisiyim, kimliğimi de kaybettim” diye sızlanmayı dene. Elin mültecisine gösterilen şefkatten sebeplen.
Gördüğüm kadarı ile İstanbul’un en mutlu insanları mülteciler.
Aynı mutluluğu sen de tatmak istiyorsan, yurtdışına çık. Pasaportunu yırt. Güney’deki kapılardan birinden “Mülteciyim” deyip, yeniden giriş yap. İşe yaramazsa hesabını gel, benden sor!
Paylaş