Paylaş
Yaşı ilerlemiş bir ocakçımız vardı. Sabah akşam millete “efelik” hikâyeleri anlatırdı.
“Mehmet usta! Sen niye efe olup dağa çıkmadın?” diye kafa bulduğumuzda, sorunun niyetini anlamaz ciddiyetle cevap verirdi.
“Ben gençken kahveci değildim de ondan.”
“Nasıl yani?”
“Efe dediğin ya kahveciden çıkar ya yemeniciden; dağılın başımdan ulan!”
* * *
Efe’nin nereden çıktığını biliyoruz da bu topraklardan niye filozof çıkmadığını bilmiyoruz.
Aslında bizim coğrafyanın bir tür kendini ifade şekli var. Benden filozof çıkmaz arkadaş, diyor. Benden bolca peygamber bir de evliya çıkar. Filozof arayacaksan karlı ülkelere, kuzeye gideceksin.
Coğrafya üzerinden okuduğumuz bu. Bizim topraklar kutsal adam üretiyor, onların topraklar filozof.
BU DA BİZİM DÜŞÜNÜR
Arada bir “felsefe yapmaya” niyetlendiğimizde, elimize gelen de kamunun aforoz ettiği o türkücü gibi oluyor.
Bir zamanların filozof yatağı Anadolu, bizim elimize düştükten sonra “aşırı sulama yüzünden tuzlanan” tarım arazisi gibi oldu.
O türkücü de geldi, tarlanın üstüne tünedi. Elimiz böğrümüzde kaldığından halimizi “Tarlaya ektim soğan, geldi dadandı doğan” türküsü ile dillendirdik.
Lise çağındayken en çok merak ettiğim konu buydu. Bizden niye filozof çıkmıyordu. Elime de bir bilim dergisi geçmişti. O dergide milattan 470 sene önce doğmuş olan filozof Demokritos’un hayatı anlatılıyordu.
Hem de resimli roman olarak.
İki bin yıl önce yaşamış olan Demokritos, Anadolu coğrafyasında, bugün Manisa il sınırları içinde kalan Milet Okulu’nda hem ders veriyor hem de öğrencileriyle atomu tartışıyordu.
Bundan iki bin yıl önce maddenin en küçük parçası olarak atomu tarif eden Milet Okulu’nun adam yetiştirdiği Manisa, iki bin yıl sonra çıkara çıkara Bülent Arınç’ı çıkarabildi.
Hoşgörüsü yüzünden “Gülen Filozof” diye bilinen Demokritos da Manisa’da yaşamıştı, “Ağlayan siyasetçi” Bay Bülent Arınç da.
“Evren doluluk ve boşluktan oluşur. Doluluğun en küçük parçası da atomdur” diyen Demokritos’tan iki bin yıl sonra “Kadın iffetli olacak, herkesin içinde kahkaha atmayacak” diyen Bülent Arınç’a coğrafyanın tahribatı sayesinde geldik.
Özgüveni cehaletinden büyük olan “o türkücünün” ağzının içine bakar olduk.
* * *
Felsefe’ye takık olduğumu söylemiştim ya! O sebepten “Bizden hiç filozof çıkmadı?” diyen babama iki de bir Rıza Tevfik Bölükbaşı’nı sorardım.
Lisede okuduğumuz ders kitaplarından birinde Rıza Tevfik’in fotoğrafı vardı. Saçları sakalı bembeyaz gösteren o fotoğrafın altında “Feylesof” yazardı.
Babam da “Rıza Tevfik filozof değil, felsefe tarihçisidir” derdi.
ONA DA DAYAK ATTIK
Uzun ve çileli bir hayattan sonra, bir hastane köşesinde küskün ölen Rıza Tevfik, kendine “feylesof” dedirtmek için elinden geleni yapmış.
Baştan sona adaleli vücuduna antik Yunan’ın harmanisini sarıp, fotoğraflar çektirmiş. Kendine antik Yunanlı süsü vermiş.
Felsefe üretemedi ama sözlerini yazdığı “Telgrafın tellerini arşınlamalı, yar üstüne yar seveni kurşunlamalı” türküsü hâlâ dillerdedir.
Haaa! Bir de Devr-i Enver zamanında aday olarak gittiği Rumeli’nin şehirlerinden birinde iktidar yanlısı azgınlardan yediği dayak var.
“Sen misin felsefeyi dine alet eden?” deyip feylesofumuzu hastanelik etmişlerdi. O dayak da Türklerin “demokratik zorbalığı” keşfetmesine vesile oldu.
* * *
Milet Okulu’ndan yola çıkıp, Manisa üzerinden İstanbul’a gelip, o türkücüde durduk. Arakladığı aforizmaları “tweet” şekline sokup, beynimize sallayan türkücüye filozof muamelesi yaptık.
Onun felsefesi de üniversiteli Özgecan’ın acısına tosladı. Düşene ilk vuranlar da onu ekranlarından eksik etmeyenler.
Hülasa, filozofumuz, felsefemiz yok ama başımıza gelen her olayı “hafıza bağlama” refleksimiz var.
Paylaş