Paylaş
Ölüler geliyor, çocuklar babasız kalıyor, eşler, analar ağlıyor.
Toplum olarak böylesine bir ruh bozgunu yaşarken Muzaffer Akgün adındaki bir koca çınar devriliveriyor.
Türküler gerçekten öksüz kalıyor.
Şehitlerin arkasından “ağlayan anaların” görüntüleri ile “Muzaffer Akgün” isminin yıllar sonra gazete sayfalarında yan yana gelmesi kaderin alaycılığındandır.
***
Şöhretinin zirvesindeki Muzaffer Akgün’ün arada bir oynadığı sinema filmleri vardı.
O filmler önce İstanbul’u kırıp geçirir sonra dağıtımcı marifetiyle taşraya çıkardı.
Aslında taşra o filmleri, İstanbul’dan daha büyük şevkle beklerdi.
Filmin afişleri asılıp da gösteri günü ilan edildikten sonra, o taşra ilinde ne kadar kadın varsa “ağlamaya” hazırlanırdı.
Yanlış okumadınız, düğüne hazırlanır gibi ağlamaya hazırlanırlardı.
Ülkede taşların yerinden oynadığı zamanlardı.
Kına gecelerinde “Karşı karşı memlekete kız vermesinler” türküsüyle ailesinden kopmaya itiraz eden kadınların, adını duymadıkları illere gelin gittikleri yıllardı.
ACILARI DIŞA VURABİLMEK
“Gurbet ve hasretlik” o yılların birinciye gelen şifre sözcükleriydi. Uşak ilinin bir kasabasından çıkıp Erzincan’ın bir ilçesine gelin giden bir genç kız anasını bir daha ne zaman göreceğini bilemezdi.
Otobüslerin saatte otuz kilometre hız yaptığı, her yarım saatte bir lastik patlattığı, motorun saat başı su kaynattığı o devirde kırk kilometre mesafedeki bir yere gitmek yarım günü aşan maceraydı.
Kars’tan gelin gelip İzmir’e yerleşmişsen aileni ziyaret ihtimali ile “aya seyahat” ihtimali birbirine eşit.
“Gurbet ve hasretlik” sözcüklerinin devamını “hoyrat koca” ve “evlat acısı” sözcükleri getirirdi. Kadının kederini bunlar katlardı.
Görücü usulü evlenilen koca zalim ve dayakçı çıkmışsa, kaçıp sığınacağı bir yakını dahi olmayan kadının gardiyanı olurdu.
Çocuk ölümleri başka bir yaraydı. Çocuk ölür, baba, kardeş, arkadaş hepsi unutur ama anne asla unutmazdı.
İçinden ağlar dururdu. Bir gün o şehre bir Muzaffer Akgün gelecek de “Boş Beşik” türküsünü söyleyecek de annelerde acılarını dışa vurabilecek.
***
“Boş Beşik” filmi bir hafta mı oynadı?
Bütün gündüz seansları tıka basa dolardı.
Bilet bulabilen her gün gidip, her gün ağlardı.
Film aklımda şöyle kalmış.
Muzaffer Akgün, severek evlendiği kocası iş için uzaklara gittiğinde tek çocuğunu kaybediyor.
Dertli anne her gün çocuğunun boş beşiğinin başında türkü söylüyor.
“Bebeğin beşiği çamdan./Yuvarlanıp düştü damdan./Beybabası gelir Şam’dan./Nenniii nenniii”
ACILARIN İŞARET FİŞEĞİYDİ
Yokluğunda ölen çocuğun hesabını dertli anadan sorup, onu sokağa atan beybaba hangisiydi?
Abdurrahman Palay’dı galiba.
Ağlamaya hazır kadınların yüzde doksanının kocası da fizik olarak Abdurrahman Palay’a benzerdi.
Muzaffer Akgün söyledikçe kadınlar ağlardı.
Sadece analar ağlasa iyiydi. “Kışlalar doldu bugün” türküsünü okuduğundan, nişanlısı askerde olan cümle kızları kırar geçirirdi.
“Eledim eledim” türküsü ise askere giden yetişkin oğlu geri gelmeyen analar içindi.
“Kara tren gelmez m’ola? Düdüğünü çalmaz m’ola?” türküsü aslında sıla özlemini tarif etse de gizli kalmış ayrılıkların marşı gibiydi.
Koca koca adamların bu türkü çalındığında ağladığını görmüşümdür.
***
Muzaffer Akgün’ün sesi, kadınların yıllarca içlerine attıkları acının işaret fişeğiydi.
O söyledikçe diğerleri ağlardı.
Ölümü hatırlattı ki Muzaffer Akgün’ün evlat acılarına ortak olan sesi asıl bugünler için lazımmış.
Savaş yüzünden yüreklerine ateş düşen annelerin derdini o paylaşabilirmiş.
Muzaffer Akgün sanatçı kimliğinin dışında acılı evlerin ağıtçısıydı.
Yüreği yanık kadınların en yakın dert ortağıydı.
Gittiği yerde onu, onbinlerce kadın karşılayacak.
Paylaş