Paylaş
GEZİ Parkı soruşturmasına ilişkin toplam 657 sayfa tutan ilk iddianamenin 2019 şubat ayı sonunda açıklanmasından sonra metinde dikkatime takılan bir durumla karşılaşmıştım. Buradaki mesele, iddia makamının Gezi Parkı olaylarını “Arap Baharı” ile ilişkilendirirken, Arap Baharı’nın niteliği konusunda iki farklı tespit ortaya koymuş olmasıydı.
Şöyle ki, iddianamenin ilk bölümünde Arap Baharı “Arap dünyasında meydana gelen büyük sonuçları olan bir harekettir. 2010 yılında başlayan ve günümüzde de süren, Arap coğrafyasında yaşanan halk hareketlerine verilen ortak addır” şeklinde tarif ediliyor.
Bu bakışta önem taşıyan unsur, aktardığımız tariften sonra Arap Baharı’nın “Arap halklarının demokrasi, özgürlük ve insan hakları taleplerinden ortaya çıktığı”nın vurgulanmasıdır. Protestolar, mitingler, gösteriler ve iç çatışmalar yaşandığı ve “halkların özgürlük mücadelesi adı altında hükümetleri resmen devirdikleri” belirtiliyor ardından.
Kayda değer bir diğer tespit, bu süreçte “İslami demokrasi taleplerinin artması”dır. “Siyaset bilimciler bu eşi görülememiş halk hareketini Arap dünyasında yaşanan en büyük değişim olarak adlandırmaktaydı” iddianameye göre.
Bu hareketlerin yaşandığı ülkeler arasında Tunus, Mısır, Libya, Suriye, Bahreyn, Cezayir, Ürdün ve Yemen sıralanmaktaydı metinde.
Altını çizmemiz gereken nokta, burada hâkim olan bakışın Arap Baharı’nın halkların demokrasi, özgürlük, insan hakları taleplerinden ortaya çıktığı kabulünü esas almasıdır.
***
İddianamenin ilerleyen bölümlerinde ise bu kabulün yerini biraz daha farklı bir bakışa bıraktığını fark ediyoruz. Bu çerçevede Taksim Gezi Parkı olayları Arap Baharı ile ilişkilendirilerek, “Bu olayların farklı bir yansıması ve uyarlaması olarak parktaki ağaçların nakledilmesi bahane edilerek başlayan protesto hareketlerinin provokasyonlarla birlikte ülke çapında olaylara, şiddet içerikli eylemleri ve hükümete yönelik bir kalkışmaya dönüştüğü” belirtiliyor.
Ardından, Gezi hadisesi ağırlıklı bir çerçevede dış etmenlerle açıklanıyor ve “uluslararası finans spekülatörü” ve Açık Toplum Vakfı’nın kurucusu George Soros ana aktör olarak gösteriliyor. Zaten Arap Baharı ile Taksim Parkı hadiseleri önemli ölçüde Soros üzerinden ilişkilendiriliyor.
Nitekim, metinde daha sonra eski Doğu Bloku ülkeleri ve Arap ülkelerinde yaşanan halk ayaklanmalarında George Soros’un kilit bir faktör olduğu, kendisinin “bu ülkelerde yaşanan devrim süreçlerine çok büyük finansal katkı sağladığı” tekrarlanan bir tema olarak karşımıza çıkıyor.
Bu noktada Soros’un Türkiye’deki Açık Toplum Vakfı’nı kullandığı öne sürüyor iddianame. Buradaki kilit ifadelerden birinde “Gürcistan ve Baltık ülkelerinde Turuncu Devrim, Arap ülkelerinde Arap Baharı, Türkiye’de ise Taksim Gezi Parkı olaylarının Açık Toplum Vakıfları vasıtasıyla gerçekleştirildiği veya teşvik edildiği” ifade ediliyor.
İddianamedeki teze göre, “Sanal ve sosyal medya üzerinden Sırbistan’da başlayan bu dalganın bir şekilde önce Arap ülkelerine ihracının sağlandığı, sonrasında da ülkemize kendileri açısından ihracına çalışıldığı anlaşılmıştır”.
***
Aynı metinden aktardığımız iki ayrı bölümü karşılaştırdığımızda, bir çelişkinin belirdiği aşikârdır. Arap Baharı, önce “Arap halklarının özgürlük, insan hakları, demokrasi talepleriyle ortaya çıkan bir halk hareketi” olarak niteleniyor. Daha sonra doğrudan dış güçler tarafından “ihraç edilen”, George Soros’un belirleyici bir aktör olarak karşımıza çıktığı bir komplo...
2019 yılı haziran ayında kaleme aldığım bir yazıda iddianamede karşılaştığım bu çelişkiye dikkat çekme ihtiyacını duymuştum. Bu yazıda, söz konusu çelişkinin İstanbul 30’uncu Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek davada açıklığa kavuşturulmasını beklediğimi belirtmiş, mahkemede olmazsa istinaf ya da Yargıtay aşamalarında konunun netlik kazanacağını “ümit ettiğimi” yazmıştım. Tabii, Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi aşamalarını da eklemiştim.
Birinci derece mahkemedeki kovuşturma sürecinin büyük ölçüde ikinci tez doğrultusunda sonuçlandığını hatırlatmama gerek yok herhalde. Yakın zamanda kritik bir dönemeç, temyiz aşamasında Yargıtay 3’üncü Ceza Dairesi’nin geçen hafta Osman Kavala, Çiğdem Mater, Can Atalay, Tayfun Kahraman ve Mine Özerden hakkındaki mahkûmiyet kararlarına “onama”, Hakan Altınay, Mücella Yapıcı ve Yiğit Ali Ekmekçi hakkında ise “bozma” kararı vermiş olmasıdır.
***
Peki Yargıtay, mahkûmiyetlerle ilgili “onama” verirken Arap Baharı meselesine girdi mi? Girdiyse ne dedi?
Yargıtay’dan çıkan gerekçeli karara baktığımızda, iddianamedeki ikili bakışın yer yer bu metinde de belirdiğini görüyoruz. Örneğin, Arap Baharı’nda demokrasi, özgürlük taleplerinin ileri sürüldüğü, keza “siyaset bilimcilerin eşi görülmemiş bu halk hareketini Arap coğrafyasındaki en büyük değişim” olarak nitelendirdiği tekrarlanıyor.
Bu yönde alıntılar olmakla birlikte, kararın bütününe hâkim olan bakışta, ibrenin daha çok ikinci teze döndüğünü, yani dış faktörlerin yönlendirmesi tezinin ağır bastığını söylemek mümkündür.
Daha giriş bölümünde “Gürcistan’daki Gül Devrimi, Ukrayna Turuncu Devrimi ve Arap Baharı gibi bir dizi devrim hareketinin Sırbistan’daki pasif direniş hareketlerini örgütleyen OTPOR grubu tarafından yönlendirildiği”, “OTPOR’u Soros’un finanse ettiği” tezi vurgulanıyor.
Yargıtay kararında da Arap halklarının demokrasi özgürlük ve insan hakları talepleri ileri sürülerek ortaya çıktığı kaydedilmekle birlikte, hemen ardından “Özgürlük mücadelesi görünümü ile halkların hükümetleri ortadan kaldırdığı” kaydediliyor. Burada dikkat çekici olan, “özgürlük mücadelesi görünümü” ifadesinde “görüntü” ile arkasındaki asıl saikler arasında bir ayrım getirilmiş olmasıdır.
***
Gerekçeli kararda, Arap Baharı bağlamında projektörler sıkça Açık Toplum Vakfı’nın kurucusu Soros’a çevriliyor. Soros’un “siyasi iktidarı değiştirmeye çalıştığı ülkelerde OTPOR ve benzer grupları kullandığı, Sırbistan, Malezya Gürcistan, Gürcistan, Arap Baharı gibi birçok devrim hareketinin Soros tarafından fonlandığı” belirtiliyor. “OTPOR’un Arap coğrafyasındaki ayaklanma ve devrimlerde oldukça etkili olması”na atıf yapılıyor.
Gezi ile Arap Baharı arasındaki bir başka paralellik daha kuruluyor Yargıtay kararında. Gerekçeli karara göre, gerek Gezi Parkı, gerek renkli devrimler ve Arap Baharı’nda, eylemler “uzun süredir hazırlık yapan, toplum mühendisliği ve kitleleri harekete geçirme konusunda profesyonel eğitim alan, uluslararası bağlantıları ile büyük ve etkili bir yurtdışı desteği bulunan çekirdek bir grup tarafından planlanmıştır”.
***
Buradaki meselelerden biri, Yargıtay’ın Arap Baharı gibi Ortadoğu’da son derece karmaşık tarihi, siyasi, toplumsal, ekonomik dinamiklerin belirleyici olduğu bir süreç hakkında resmi bir tez ortaya koymuş olmasıdır.
O zaman bir dizi soruyu da yanıtlamamız gerekiyor. Öncelikle, Arap Baharı’nı bu okuma üzerinden değerlendireceksek, bu takdirde Türkiye’nin 2011 sonrasında izlediği, bölgedeki bu süreci kuvvetle destekleyen resmi politikası nasıl izah edilecektir?
O dönemde Arap Baharı hadiseleri Türkiye’de çok geniş kesimlerden destek görmüş, bu arada Mısır’da zamanın Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’e karşı 2011 yılı başlarında direnişin tırmandığı bir sırada Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisine çekilmesi yönünde yüksek sesle çağrılarda bulunduğu ve göstericilerin büyük sempatisini kazandığı unutulmamalıdır. Keza, Erdoğan’ın 2011 eylül ayındaki Mısır ziyareti sırasında Kahire Üniversitesi’nde yaptığı konuşmadaki güçlü demokrasi mesajı hatırlardadır.
Mısır, Arap Baharı’nın rüzgarıyla demokrasiye geçmiş, seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi 2013 yılında General Abdülfettah es-Sisi’nin darbesiyle devrilince Cumhurbaşkanı Erdoğan son derece sert bir tepki göstermiş, bunun ardından iki ülke arasındaki ilişkiler on yıla yakın bir süre büyük bir soğukluğa girmiştir.
***
Arap Baharı’nın etkilediği ülkeler arasında komşumuz Suriye de var. Bu gibi genel şablonlar kullanıldığı takdirde Suriye’de yaşanan hadiselerin izah edilmesinde de sıkıntılı bir durum belirebilir.
Bu yönleriyle bakıldığında, Yargıtay’ın kararı, delillerin değerlendirilmesi itibarıyla yalnızca hukukçular tarafından değil ama bölge tarihine ilişkin olarak öne sürdüğü tezler açısından dış politika, özellikle de Orta Doğu uzmanları tarafından da ciddi bir şekilde irdelenmeyi gerekli kılıyor. Bu başlıkta yapılacak değerlendirmelerin, kararın bütününe dönük belli sonuçlar doğurması kaçınılmazdır.
Paylaş