Paylaş
Dosyada dikkatimi çeken bir nokta, suçlanan şüpheli konumundaki subayların büyük çoğunluğunun aslında bu seminere katılmamış olmasıydı. Sanıkların çoğu darbe hazırlıklarının parçası olduğu ileri sürülen dijital “görevlendirme belgeleri”nde isimleri geçtiği için suçlanıyordu.
* * *
Ama daha da düşündürücü olan, görevlendirme belgelerinin önemli bir bölümünde ciddi derecede çelişkiler, zaman hataları gibi tutarsızlıklar bulunmasıydı. Bunların hepsi şüphe unsuru taşıyordu. Ayrıca, sanıkların bir bölümünün belgelerin hazırlandığı tarihlerde yurtdışında görev yaptıkları ortaya çıkmıştı.
Daha sonra 2010 Aralık ayında Gölcük Donanma Komutanlığı’nda yapılan aramada, 2011 Şubat ayında ise Eskişehir’de emekli bir hava subayının evindeki ikinci bir aramada bulunan dijital deliller üzerinden Balyoz davasının genişlediğine tanık olduk.
Ardından 2011 yılı içinde iki yeni iddianame daha hazırlandı ve sonuçta hepsi birleştirildi. Balyoz, birleşme sonucu ilk iddianamede 196 olan sanık sayısının neredeyse iki katına çıkıp toplam 361 sanığa ulaşmasıyla dev bir davaya dönüştü.
İkinci ve üçüncü iddianameler hazırlandığında görüşlerimi değiştirmemi gerektiren bir durumla karşılaşmadım. Birincisinde olduğu gibi, yine ağırlıklı olarak dijital deliller üzerinden gerekçelendirilen bir suçlama kalıbı söz konusuydu. Ayrıca yeni “görevlendirme belgeleri”ne ilişkin dijital delillerde de ilk iddianamede gördüğümüz tutarsızlıklar tekrarlanıyor, dolayısıyla şüphe unsurları genişliyordu.
* * *
Yaklaşık iki yıla yayılan yargılama sürecinde dijital delillerdeki çelişkiler savunma tarafından ayrıntılı bir şekilde ortaya kondu, bu konuda birçok bilirkişi raporu hazırlandı, kitaplar yazıldı.
Bunlar arasında en çarpıcı çelişki, 2003 tarihini taşıyan görevlendirme belgelerinde kullanılan yazı karakterleriyle ilgilidir. Bilgisayarda “word” dosyası olarak düzenlenmiş olan bu belgelerde Microsoft’un “calibri” fontu kullanılmıştır. ABD’deki Microsoft firması “calibri” fontunu piyasaya 2007 yılında çıkartmıştır. Dolayısıyla bu belgenin 2003’te hazırlanması söz konusu olamaz. Buna benzer daha düzinelerce, düzinelerce örnek verilebilir.
Bütün bu gariplikler deliller açısından “kuşku doğuran” unsurlar. Ceza yargılamasının amacı “somut gerçeği hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ortaya koymak” ise mahkemenin kuşku doğuran bu unsurları nasıl değerlendireceği en önemli soruyu oluşturuyordu. Şüphe unsuru evrensel hukuk ilkesi uyarınca sanığın lehine mi yorumlanacaktı?
İstanbul 10’uncu Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararı 2012 Eylül ayında açıklandığında, “Şüpheden sanık yararlanır” ilkesinin gözetilmiş olduğuna ikna olmadım. Karar ayrıca önemli bir çelişkiyi barındırıyordu. Mahkeme, 36 sanık için beraat verirken bu sanıklar hakkındaki dijital görevlendirme belgelerini yeterli bulmamış ama pekâlâ benzer delilleri kalan 330 dolayındaki sanığın büyük bir bölümünü mahkûm etmek için geçerli kabul etmişti.
* * *
Ve Yargıtay aşamasına geçildi. Özellikle bu şüphe unsurlarının varlığında Yargıtay’ın dosyaya gereken titizlik, tarafsızlık ve objektiflik ölçüleri içinde bakıp bakmayacağı Türkiye’nin gündemine yerleşen en kritik sorulardan biri oldu.
Yargıtay Dokuzuncu Ceza Dairesi’nin dün açıklanan kararıyla ilgili ciddi çekinceler taşıyorum. Yargıtay, öncelikle mahkemenin 36 sanık hakkında vermiş olduğu beraat kararını onarken, hemen yukarıda işaret ettiğimiz çelişkiyi daha da belirginleştirmiş bulunuyor.
Kuşkusuz, ayrıca 25 sanık için “Her türlü kuşkudan uzak, kesin ve inandırıcı delil bulunamadığından” dolayı beraat verilmiş olması önemlidir. Buradaki mesele, yargılama aşamasında ortaya konmuş olan kuşku unsurlarının yaygınlığı karşısında bu ölçütün Yargıtay tarafından çok sınırlı, çok muhafazakâr bir şekilde kullanılmış olmasıdır.
Keza 63 sanık hakkında fiilleri “suç için anlaşma suçu” kapsamında kaldığı gerekçesiyle bozma ve tahliye verilmiştir. Kanımızca şüphe nedenleri bu gruptaki sanıkların büyük bir bölümü açısından da geçerlidir.
Her halükârda haklarındaki beraat kararı onananlar (36) , ilk kez beraat verilenler (25) ve bozma/tahliye listesinde yer alanlar (63) olmak üzere yaklaşık 124 kişi mahkûmiyet kapsamı dışında kalıyor. Bu, toplam 361 sanığın üçte birine denk düşüyor. Buna karşılık, sanıkların üçte ikisinin (237) mahkûmiyeti onaylanmış oluyor.
Dava dosyasındaki şüphe unsurlarının boyutları dikkate alındığında Yargıtay’ın kararını adil bulmuyorum. Neden bulmadığımı yarın daha ayrıntılı bir şekilde izah edeceğim.
Paylaş