Paylaş
Türkiye’deki demokrasi süreci benim gittiğini zannettiğimden farklı bir doğrultuya yönelmişti.
* * *
Dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in aldığı siyasi inisiyatifin sonucu olarak DEP’li milletvekillerinin dosyaları 2 Mart 1994 tarihinde TBMM Genel Kurulu’na getirildi. Yapılan oylamada DYP, ANAP, Refah, MHP ve BBP dahil olmak üzere bütün sağ partilerin ittifakıyla ve dışarıdan DSP’nin de bu kümeye destek vermesiyle DEP’lilerin dokunulmazlıkları kaldırıldı.
Olayda düşündürücü olan, DEP milletvekilleri Hatip Dicle ile Orhan Doğan’ın TBMM’nin nizamiyesinin hemen dışında polis tarafından gözaltına alınması ve bu sırada Doğan’a kaba kuvvet kullanılmasıydı. DEP’li Leyla Zana, Ahmet Türk, Selim Sadak, Sırrı Sakık ve bağımsız milletvekili Mahmut Alınak ise iki gün TBMM’de kalıp sabahlamışlar ve ardından DGM’ye teslim olmuşlardı.
Bu hamleye itiraz eden koalisyon ortağı SHP ve muhalefetteki CHP olmuştu. Başbakan Çiller ise yaptığı açıklamada “Meclis kendi üzerine düşen görevi yapmıştır. Bundan sonrası bizim işimiz değil, artık yargı işbaşında” demişti.
Özellikle “yargı işbaşına” teması okurlarımıza hiç yabancı gelmemiş olmalıdır.
* * *
O tarihte bu haberi yurtdışında almış olmanın da etkisiyle “Türkiye okyanusta bir ada mı?” başlıklı bir yazı kaleme aldığımı hatırlıyorum.
Türkiye’yi tümüyle içedönük, büyük bir denizin ortasında dünyadan kopuk bir ada farz eden bir zihniyetti DEP’li milletvekillerini içeri atan. Polisten askere, yargıdan TBMM’ye kadar uzanan büyük bir zihinsel ve eylemsel güç birliği söz konusuydu.
İşte bir gazeteci olarak neredeyse 20 yıl sonra aynı noktaya yeniden yaklaşmakta olduğunuzu, en azından bu olasılığı konuşmaya başladığınızı görünce, her şeyin yerinde saydığı, hiçbir şeyin değişmediği düşüncesiyle büyük bir karamsarlığın içinde buluyorsunuz kendinizi.
Üstelik geçen 20 yılda Kürt sorununun kazanmış olduğu boyutlara bakıldığında, 1994’te DEP’lileri içeri atarak pek çok şeyi hallettiklerini düşünenler açısından zaman çarkının onların düşündüğü yönde değil, kendi bildiği bir çizgide ilerlediği ortaya çıkıyor.
Kabul edelim ki, Kürt milliyetçiliğinin kimlik talepleri bugün her zamankinden daha kuvvetli. 1994’te 7 Kürt milletvekili hapse atılmıştı. Bugün Kürt siyasi hareketi yaklaşık 30 kişilik bir grupla temsil ediliyor TBMM’de.
Kürtlerin hiç de azımsanmayacak büyüklükte bir kesiminin “lider” olarak gördüğü kişi, açlık grevlerini İmralı’daki hücresinden vereceği bir mesajla sona erdirebilecek mutlak bir manevi otoriteye sahip. Binlerce Kürt aktivistin KCK soruşturmalarıyla tutuklanması, bu harekete arka çıkan kitlenin kararlılığı üzerinde hiçbir caydırıcı etki yapmıyor.
Dahası, Kürt sorunu artık uluslararası politikanın en sıcak konularından biri ve Ortadoğu’da sınırlar yeniden çiziliyor.
* * *
On yıla yakın bir süre hapis yatan Leyla Zana, 2004 yılında bir kahraman olarak çıktı cezaevinden ve 2011 seçiminde yeniden Diyarbakır milletvekili olarak TBMM’ye girdi; kısa bir süre önce de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile baş başa bir görüşme yaptı Kürt sorununun çözümünü konu alan.
1994 yılında Leyla Zana’yı hapse atıp mahkûm edenler, onu muazzam bir yenilgiye uğrattıklarını, Kürt siyasi hareketine belini bir daha doğrultamayacağı kadar ağır bir darbe indirdiklerini düşünüyorlardı.
Oysa zaman köprüsünde kimin “kaybeden”, kimin “kazanan” taraf konumuna geçeceğini o an bilebilmeniz mümkün olmuyor. Bu konuda hükmü o köprü veriyor.
Üstelik geçen 20 yıl içinde okyanuslar da ne kadar küçüldü...
Paylaş