Paylaş
İstanbul'un tepesine diktiği çirkinlik abidesi Gökkafes'le ünlenen ve ANAP'a yakınlığıyla tanınan işadamı Mustafa Süzer, önceki gün arkadaşımız Oya Berberoğlu'na verdiği mülakatta şöyle diyor:
‘‘Türkbank ihalesi öncesinde Sayın Başbakan ve Sayın Taner'le görüştüm. 500 milyon doların altına vermeyi düşünmediklerini söylediler. Bizim hesabımıza göre de bu kadar etmezdi. Başbakan çok kararlıydı 500 milyon doların üstü için. Biz de girmekten vazgeçtik.’’
Başbakan Yılmaz, büyük özelleştirme ihalelerine teklif veren ya da vermeye hazırlanan işadamlarını kabul etmekte bir sakınca görmüyor. Rakam da telaffuz ederek nabız yokluyor, pazarlık kızıştırıyor.
Başbakan Yılmaz'ın, benzer bir görüşmeyi 30 Haziran tarihinde müteahhit Korkmaz Yiğit ile yaptığı biliniyor.
Korkmaz Yiğit, hakkında çıkan dedikodular (Çakıcı vs.) nedeniyle hükümetin kendisini Türkbank ihalesinde istemediği gibi bir vehme kapılmış ve Başbakan'la görüşme imkânı aramıştır.
Yiğit, çareyi DTP Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk'u devreye sokmakta bulur ve randevu ayarlanır.
Yiğit, Başbakan Yılmaz'a şu soruyu sorar:
‘‘Sayın Başbakanım, benimle ilgili bir rahatsızlığınız var mı?’’
Yılmaz, yanıt verir:
‘‘Hayır, sizinle ilgili bir rahatsızlığımız yok Korkmaz Bey. Sizin ihaleye katılmanıza karşı değiliz.’’
O sırada yalnızca bir TV kanalı olan Yiğit, bu görüşmede medyaya dönük büyüme planlarını da Başbakan'a aktarır.
Yılmaz'ın ANAP'lı müteahhit Süzer'e ‘‘İhalede 500'ün altına inmeyiz’’ mesajını Yiğit'e de tekrarlayıp tekrarlamadığı ise meçhul.
Başbakan'ın tutumunda iyi niyet taşıyan unsur, bankanın satış bedelini yüksek tutma çabasıdır. Yılmaz'ın gerek Türkbank, gerek POAŞ ihalelerinde bu tür taktikler izleyerek, kamu varlıklarını mümkün olduğunca yüksek fiyattan satmaya çalıştığını biliyoruz.
Ancak Yılmaz'ın tutumunun takdir edilemeyecek yönü de şudur:
Serbest piyasa ekonomisinin uygulandığı ciddi bir hukuk devletinde, başbakanların ihaleye katılan şirket temsilcilerini kabul ederek onlarla pazarlık yapması olağan değildir.
Bu uygulamayla, olsa olsa, alaturkalığın hâkim olduğu, siyasal iktidarın kendisine rant bahşetme yetkisi atfettiği, tercihlerde sübjektif ölçülerin geçerli olabildiği üçüncü dünya ülkelerinde karşılaşılır.
Temel sorun şurada: Başbakan, bir ihaleye katılan bütün aktörlere eşit mesafede durmak zorunda. Ama Süzer ve Yiğit örneğinde olduğu gibi siyasi bağlantılar devreye girmeye başlayınca, eşitlik bozulmuş oluyor.
Ayrıca, kuzenler de başka şirketlerde danışmanlığa başlayıp, o şirketler için Başbakanlığın kapısını aşındırmaya başlarlarsa, işin içine bir de Nepotizm (Ailecilik) belası giriyor.
Bu tür bağlantılara tenezzül etmeyen, salt kendi gücüne inanan işadamları ise mağdur duruma düşüyorlar.
O zaman, bunun adı da serbest piyasa ekonomisi değil, serbest eş-dost ekonomisi olur.
Yılmaz'ın bir başka hatası da şu: Özelleştirme, salt bütçeye gelir sağlamak amacıyla yapılınca ve ‘‘bir an önce satayım’’ zihniyeti ile hareket edilince, duvara çarpmak kaçınılmaz oluyor.
Örneğin POAŞ ihalesi ‘oldubitti’ye getirilerek, Rekabet Kurumu'ndan görüş alınmadan yapılmış; bu kurum çekincelerini sonradan açıklayınca da, ihale çözülme sürecine girmiştir.
Sonuç, hükümetin en iddialı olduğu özelleştirme alanında kamuoyu desteğini kaybetmesidir. En büyük iki özelleştirme ihalesinden biri mafya, diğeri ise hukuka takılmıştır.
‘‘Acele işe şeytan karışır’’ sözünü boşuna dememişler.
Paylaş